DOI: 10.13114/MJH.201416425
Mediterranean Journal of Humanities
mjh.akdeniz.edu.tr
IV/1, 2014, 71-81
Emmanuel Levinas ve Zaman
Emmanuel Levinas and Time
Sercan ÇALCI ∗
Öz: Bu metin, Emmanuel Levinas felsefesinin Aynı’nın Başka’ya çevrilişi olarak tarif ettiği zaman
anlayışının, zaman kavramını düşünme yollarımıza getirdiği yeniliklere odaklanıyor. Levinas’ın çizgisel
zaman anlayışlarına getirdiği eleştiriler, çizdiği olumlayıcı hatta öngörülemeyen, ölçülemeyen bir deneyim yoğunluğuyla birleşir. Heidegger’le girdiği ölüme-doğru-varlık tartışması bireyleşmenin kaynağı
sorununu yeniden formüle etmek açısından önemli bir ipucu sunar. Fenomenoloji’ye yönelik eleştiri, ilk
felsefe olarak ontoloji eleştirisiyle doğrudan bağlantılıdır ve bu bakımdan klasik deneyim kavramını
aşındırmaya çalışır. Levinas’ın stratejisi tek bir hakikat üzerine kurulu metafizikleri meşrulaştıran varlık
felsefelerinin ötesine geçerek, zamanı sonsuza açan bir düşünüşteki anlam alanlarına yoğunlaşır. Ölüm ve
zaman arasında kurulan denklemi tersine çevirme girişimi, Levinas felsefesinin sürekli gündemde tutmak
istediği sonsuzluk temasının gelişimini sağlar. Derrida’nın, Levinas’ın mezarı başında başka türlü işitmeyi denediği Adieu ifadesi ise ana akım felsefede dışarı kovulan ‘sonsuzluğun’ Levinas felsefesinin
çizgisel ve döngüsel olmayan zaman anlayışında keşfedilmesini olanaklı kılar. Bu eksenlerdeki tartışmayı
biri ontolojinin mümkünlüğüyle diğeri de etiğin sınırlarıyla ilgili iki soruyla karşılamak, Levinas’ın Ölüm
ve Zaman adlı eserine yakın okuma yapmayı deneyen bu metnin gündemindedir.
Anahtar sözcükler: Zaman, aynı, başka, ölüm, sonsuz, zamanın mekânsallaştırılması, kökensel zaman, adieu
Abstract: This text focuses on the novelties in our thinking concerning the concept of time brought about
by Emmanuel Levinas’ philosophy in which time is defined as the transformation of Same to Other.
Levinas’ criticisms of the linear understanding of time merges with unpredictable and non-measurable
intensity of experience in his affrmative line of thought. Levinas’ discussion on being-towards-death with
Heidegger presents a clue to reformulate the problem of the source of individuation. The criticism of
phenomenology is directly related to the criticism of ontology as a first philosophy and, in this respect, it
tries to weaken the classical concept of experience. Levinas’ strategy concentrates upon the semantic
fields in which time is thrown open to infinity by transcending the ontologies which legitimates metaphysics based on solitary truth. That attempt, trying to reverse the equation between death and time,
contributes to the development of, theme of infinity that Levinas’ philosophy wants to keep on his
agenda. Derrida’s expression of Adieu which he tried to understand differently in Levinas’ funeral makes
it possible to discover the ‘infinity’ in the understanding of time in Levinas’ philosophy which is neither
linear nor cyclical. Two questions are, one is related to possiblity of ontology and the other, the limits of
ethics, for these discussions are on the agenda of this text which tries to make a close reading of Levinas’
work titled Death and Time.
Keywords: Time, same, other, death, infinite, spatialization of time, original time, adieu
∗
Arş. Gör., Akdeniz Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Antalya,
[email protected]
72
Sercan ÇALCI
Giriş
Nedir bir düşünce imgesi? Düşünce imgeleri, düşüncelerin hareketlerine, duraklamalarına, başkalaşmalarına eşlik eden resimler olarak anlaşılabilir. Düşünme yollarımızda devrimsel bir dönüşümle, düşünme tarzlarımızdaki başkalaşmalarla ilgilidirler; bu yüzden bir düşünce imgesi
sürekli bir krize işaret eder. Michel Foucault için arkeolojik ve son dönem yapıtları için soybilimsel bir düşünce imgesinin, düşüncelerinin hareketine paralel bir resim oluşturduğunu
söyleyebiliriz örneğin. Ancak bir düşünce imgesi tüm düşünme yollarını belirleyen bir tür töz ya
da yöntem olarak anlaşılmamalıdır; daha çok oluş içerisindeki paralel hareketler, oluşun asla
tam olarak çizilemeyen resmi olarak düşünülebilir.
Modernite de bir düşünce imgesi üretmişti: Akıl. Tüm gerçekliğin içerisinden kurgulandığı
bir ratioya sahip olan özne modern felsefenin birçok örneğinde bir düşünce imgesi olarak
işletilmişti. Peki, Emmanuel Levinas’ın felsefesindeki düşünce imgelerini nasıl tarif edebiliriz?
Batı Felsefesi’nin başkalığı düşünme yollarına getirdiği ciddi eleştirilerle, bizleri birçok
kavramı başka yerlerden düşünmeye çağıran bir filozof Emmanuel Levinas. Tikel olanları,
içinde eridikleri bütünlüklere (totality) bağımlı kılan felsefelerin düşünce imgelerini sarsan,
modernizmin kavram repertuarlarını dönüştüren bir felsefe üreten Levinas, Aynı’nın (Same)
Başka (Öteki, Other) üzerindeki tiranlığını açığa çıkararak, ontoloji ve etik arasındaki ilişkiyi
tersine çevirerek, modern felsefenin birçok temel varsayımına da meydan okuyor. Aklın ışığıyla
kurulan metafizikler ve varlığın ufkuna dayanan ontolojilerin ötesinde gizemle, yüzle, sonsuzla
örülü bir estetik arayışı…
Levinas’ın felsefesi, Batı Felsefesi’nin ‘logos’uyla bir tür aykırılık mı içeriyor? Peki, Batı
Felsefesi diyerek, tüm aykırı sesleri bir bütüne indirgeyen bir tür metafiziği mi meşrulaştırmış
oluyoruz? Örneğin Nietzsche, Kierkeegard ve Foucault da bu Batı Felsefesi bütünü içine asimile
edilebilirler mi? Sözü geçen üç düşünür de farklı düşünce imgeleri icat ederek logos’la başka
noktalardan karşılaşarak onu aşındırmaya çabalar. Yoksa logos’la bir tür kavgayı sürdürmek de
ona ait olmaya mı götürür? Ama bu üç düşünür de logos’un ötesini imgelemenin yollarını
aramamışlar mıydı?
Levinas’ın düşüncesinin belirgin düşünce imgelerinden birisi Aynı’nın Başka’ya dönüşümüdür. Bu, Varlığın tiranlığının geri döndürülemez olan çöküşüne işaret eder. Başka, artık anonim
bir bütünün parçası olarak ya da bütüne asimile edilen bir ilinek olarak düşünülemez. Bu, felsefe
için büyük bir dönüşüme işaret eder: Başka artık Başka olarak karşımızdadır, onu Ben’in aynasından değil kendi Yüz’ünden görürüz. Levinas başkalığı deneyimlememize ilişkin devrimsel bir
dönüşümün arayışındayken bir düşünce imgesi üretir: Başkalaşma. Bu dönüşüm, zamanı düşünme biçimlerine de meydan okuyan bir öteyi düşünme girişimi olarak çıkıyor karşımıza.
Nereden başlamalı? Soruyu nasıl formüle ettiğimiz düşünme süreçleri için can alıcı öneme
sahip. Zaman ve başkalaşma arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?
Zamanı Düşünmek
Zaman nedir? sorusu daha baştan zamanın bir nesne olarak konumlandırılabileceğini varsayar,
zamanı şey olarak ele alır. Bu sorunun kökleri, her şeyi öznenin bilgi nesnesi yapan Kartezyen
özneye kadar götürülebilir. Ancak Levinas için zaman sorusu özne-nesne ikilisinin dayandığı
mesafeden sorulamaz (Levinas, 2006, 9). Zaman, benin bilgisine ve modern epistemolojilerin
varsaydığı kategorilere indirgenemez. Zaman, başkalıkla, umutla ve gizemle kurulan sıradışı bir
ilişki olarak karşımıza çıkar. Levinas zamanı bir tür akış olarak veya çizgisel ardışıklık gibi metaforların ötesinde ilişki terimleriyle düşünmeye çalışır. Zaman nedir? sorusunun sorulabildiği
bir yaklaşım içerisindeyse zaman bir ilişki düzlemi olarak düşünülemez. Öncelikle zaman nedir?
sorusu, sürmekte olan bir süreyi dondurarak sorulabilir. Sorunun zamansallığı ortadan kalkar
Emmanuel Levinas ve Zaman
73
böylece. Soruyu soran öznenin burada oluşunu, zamanla ilişki içerisinde oluşunu göz ardı der.
Bunun kaynağında epistemolojik özne-nesne mesafesi vardır ve bu mesafe, modern epistemolojilerde bilginin bir tür koşuludur. Özne, dünyayı rationun ilkeleriyle deneyimler, ancak
Kartezyen özne örneğinde olduğu gibi ortadan ikiye ayrılmıştır; zihin ve beden olarak. Zihnin
nesneleştirerek ulaşılmaz bir mesafeye ittiği tüm dünya, aslında bedeniyle ve duygularıyla
içinde olduğu dünyadır. Zaman nedir? sorusu da ancak böyle bir yarılmayla mümkün olabilir,
oysa insan hem zihni hem de bedeniyle zamanla ilişki halindedir, zamansal ilişkiler içindedir.
Levinas zaman nedir? sorusunun ötesinde zamanın ilişkiselliğine dair zengin anlamlar keşfeder.
Levinas buraya kadar, Heidegger’in zaman nedir? sorusunun sorulamayacağını söyleyen
felsefesiyle uyum içindedir Ancak, Levinas’a göre, Heidegger’in “Varlık ve Zaman”da zamanı,
‘varlığın ufku’ olarak ortaya koyması zamanı bir tür mevcudiyet metafiziğine terk eder. Oysa
zaman, varolanların içinde eridiği Varlık’a bağlı metaforların ötesinde düşünülmelidir (Levinas,
2006, 32). Zaman, Varlık’ın kendini açmasına tanıklık eden bir ufuk değil, başkalığın, ölümün
ve sonsuzun yeni anlamlarının keşfedildiği bir gizemdir. Aklın ışığı ve aydınlanma metaforları,
gizemin ve belirsizin karşısında tutulur, işleyemezler (Levinas, 2005, 89).
Zamana ilişkin soruyu, bir nesne olarak zamanın ötesine taşımasıyla ve zamanın varlığın
ufkuna terk edilmesine karşı meydan okumasıyla Levinas kendi zaman anlayışını betimleyeceği
bir bağlam oluşturma yolundadır. Bu araştırmada, özellikle Ölüm ve Zaman adıyla yayımlanan
derslerinde felsefe tarihinin birçok varyantına değinir. Kendi zaman anlayışını Heidegger’in
zaman anlayışından incelikle ayırdığı dersler bu metnin gövdesini oluşturur. Heidegger’in
dikkat çektiği kökensel zaman ölçülebilir olan ya da öngörülebilir zamandan farklıdır. Kökensel
zamanı maskeleyen temel hareket zamanı homojen bir ardışıklık olarak görmekten kaynaklanır.
Heidegger, zamanın homojenleştirilmesinden söz ettiği The Concept of Time başlıklı metninde
şöyle yazar: “Homojenleştirme zamanın mekâna ve mevcudiyete asimile edilmesidir; zaman
tümüyle matematikleştirilmiş hale gelir” (bk. Heidegger, 1991, 13 E) ve Bergson hakkında
özgün bir tartışma yürütür burada; özellikle sürenin yeni bir zamansal ilişki olarak ortaya çıkışı
ve zamanın mekânsallaştırılması üzerine yoğunlaşır.
Saatlerle ölçtüğümüz zamanın gerçekten de tüm zaman deneyimimizi kuşatan bir anlam
zenginliği taşıdığını söyleyebilir miyiz? Birinin neyi beklediğini bilmeksizin bekleme durumu
ve yaşadığı sıkıntı, bir durum karşısında gösterilen sabır deneyimi, geç kalmışlık hissi gibi
deneyimleri açıklamakta çizgisel zaman yetersizdir. Çizgisel zaman, bizim bir kurgumuzdur ve
zamanı epistemolojik bir kategoriye indirgeyen düşünce imgeleriyle bağıntı halindedir. Çizgisel
zaman anlayışı zamanı ölçülebilir, bölünebilir ardışık bir nesneye dönüştürerek kendini kurar.
Çizgisel zaman içinde ‘şimdi’, geçmiş ve gelecek boyutlarını kuşatır ve kendine indirger.
Geçmiş, yaşanmış olan şimdiler bütünü, gelecek ise henüz yaşanmamış şimdiler bütünü olarak
anlaşılır. Görünüşteki üç boyutluluk aslında şimdiye dönüştürülerek teke indirgenmiştir.
Düşünce tarihi açısından çizgisel zaman anlayışı, ilerlemeci ve evrimci tarih felsefeleri için
önemli bir model olmuştur. Ancak insan deneyiminin çok katlılığı karşısında indirgemeci bir
model olmaktan öteye gidememiştir. Heidegger için bu çizgisel zamanın ardında ölçülemeyen,
sayılamayan ve hesaplanamayan bir tür kökensel zaman vardır (Levinas, 2006, 34). Kökensel
zaman, varlığın kendini açma sürecine paralel bir zaman anlayışına karşılık gelir. Zaman burada
sadece ardışık bir akış sürecine indirgenemez. Varlığın ufkudur zaman, anonim bir doğaya
sahiptir, içine nüfuz edilemez bir katmandır, bölünmemiştir, kaynağı belirsiz bir açılım sürecine
işaret eder. Levinas, Heidegger’in keşfettiği bu kökensel zamanın anlam zenginliğine işaret
etmekle birlikte (söz konusu anlam zenginliğine ilişkin bir eksen) Heidegger’in sayılar ve
zaman arasındaki asimetri yoluyla, önce-sonra ilişkisi ile erken-geç ilişkisinin çakışmaz
yapısıyla The Concept of Time’da dile gelir: “Önce ve sonra zorunlu olarak erken ve geç değillerdir, zamansallığın tarzları değillerdir. Aritmetik dizide örneğin, 3, 4’den öncedir ve 8, 7’den
74
Sercan ÇALCI
sonradır. Ancak 3, 4’den erken değildir bu açıdan. Sayılar erken ya da geç değildir, çünkü onlar
asla zaman içerisinde değildirler” (bk. Heidegger, 1991, 13 E), çizgisel zamanın ardındaki bir
derinlik olarak kökensel zaman kavramının ölümle ilişkisine itiraz edecektir. Dasein’ın bütünlüğü ve ölüm için varlık tartışmasında bu itiraz daha da görünür hale gelir. Levinas’a göre
Dasein bütünlüğünü ölümde bulabilecektir ancak, bu da bir son ve hiçlik olarak ölümdür (2006,
44-45). Zaman burada yokluğun bir ufkuna, hiçliğin tanığına dönüşür.
Levinas için zaman bir ‘başkalaşma’ hareketi, başkalıkla kurulan ilişkilerin dönüşüm sürecidir. Levinas sözü edilen derslerinde süre kavramını devreye sokar ve incelikli bir Bergson
tartışması sürdürür. Bergson’un zamanın mekânsallaştırılması dediği şeye odaklanır. Zamanın
mekânsallaştırılması, zamanı mekâna ilişkin düşünce imgelerinin içinde tanımlayan bir dizi
anlam üretir. Levinas’ın okumasında Aristoteles için zaman, hareketin sayısıdır (Aristoteles üzerine bu yorum oldukça tartışmalıdır. Bu tartışma içerisinde kimi yorumcular Aristoteles’in
zaman duyumunu hareket algısına bağladığını söyleyerek Levinas’ın okumasıyla paralellik gösterir. Ancak Derrida hareket ve zaman duyumunun eşzamanlılığını gündeme getirerek indirgemeci yaklaşıma itiraz eder (bk. Başaran, 2013, 159). Bu hareket, mekândaki yer değiştirmeleri,
değişimleri kuşatan ve onlarla sınırlanan bir anlayışı beraberinde getirir (Levinas, 2006, 67-68).
Eğer zaman, bir noktadan diğerine olan mesafenin aşıldığı süreç olarak resmedilirse bu da
mekânsallaştırmadır:
“Bergson’a göre çizgisel zaman mekânsallaştırmadır; bu, madde üzerine
eylemde bulunma amacıyla zamanın mekânsallaştırmasıdır; bu da aklın
eseridir” ( Levinas, 2006, 67).
Zenon’un kaplumbağa paradoksu da mekânsallaştırmaya örnek olarak verilebilir. Mekânın
sonsuz parçaya bölünebilmesiyle, bu mekânı kat eden kimsenin de sonsuz sayıda parçadan
geçmek zorunda olduğu bir diğer paradoksta da zaman, mekânın sonsuz parçaya ayrılabilmesiyle imkânsız bir deneyime dönüştürülmüştür. Tersine, Bergson için zaman ve uzayın birbirine
karıştırılması alışkanlıklarımız içinde meşrulaşır. Çizgisel zaman, bana dışsal bir zorunluluk
olarak kendini ortaya koyarken benim deneyimlediğim içsel zamanı kuşatmayan, gözardı eden
bir yapaylık oluşturur. Bu zaman anlayışı içinde benim eylemlerimin içinde gerçekleştiği süre
anlamını bulamaz; çünkü bu durum, bana dışsallık tarafından verili bir zamanı varsaymamı,
istencimi, bilincimi ve eylemimi bu zaman içine yerleştirmemi zorunlu kılar. Bergson’un
stratejisi ise ‘sezgi’ ve ‘süre’yi birlikte icat etmek olmuştur:
“Ama insanın zamansallığı, mekânsal olmayan başka tür bir zaman
anlayışını gerektirir. Bergson, dışsal zaman tarafından üzeri örtülen,
ama içsel yaşantılarımızda kendini dolaysızca gösteren, bilince özgü bu
heterojen zamana, ‘süre’ ye sezgi yoluyla ulaşır” (Deleuze, 1991, 29).
Levinas, çizgisel zamanın ötesini düşünmenin bir yolunu keşfeden Bergson’a ayırdığı derslerinde, ölüme ilişkin soruyu sormak için bir tür hazırlık yapmaktadır. Bize verili dışsal bir zamanın tahakkümünden sıyrılmanın bir yolu olarak ‘süre’, içsel, doğrusal olmayan, asimetrik ilişki
biçimlerinin geliştirilmesinde Levinas tarafından daha sonra işleme sokulacaktır.
Ölüm ve Zaman
Ölüm hakkındaki sorunun içinden iki temel sorun açığa çıkar. Bunlardan birincisi ölümün
deneyimine ilişkindir, diğer soru ölüme ilişkin bilgimiz üzerinden gelişir. Ölümü hiçlik olarak
anlamlandıran düşünce imgeleri, ölümün anlamını varlık-yokluk ikilemi üzerinden kurar. Bu
düşünce imgesi içerisinde ölümün deneyimi, yokluğun deneyimiyle açığa çıkar. Ancak Levinas
ölümün deneyimlenebilecek bir yaşantı olmadığını, çünkü onun yönelimsel bir yapıda olmadığını
Emmanuel Levinas ve Zaman
75
söyler. Özellikle Heidegger’in hiçlik karşısında duyulan endişeyi, yokluk deneyimi olarak konumlandırmasına itiraz eder. Dasein’ın bu endişeden kurtuluşunun yolunu ölümde bulması ölüm
için varlık tartışmasını doğurur. Levinas için ölüm ve zaman ilişkisinde ölüme verilen bu rol,
ölümden yola çıkarak zamanı düşünmenin bir sonucudur (Levinas, 2006, 63). Derslerinden
birinin başlığı zamandan yola çıkarak ölümü düşünmektir. Burada Levinas (2006, 128)
Heidegger’in kurduğu bağıntıyı tersine çevirerek, yeni bir ilişki keşfeder.
Birinin ölümü karşısında duyulan heyecan, şaşkınlık, korku, hiçlik deneyimi olarak tercüme
edilebilir mi? Yoksa hiçlik mevcudiyet metafiziğinin ortasında varlık felsefesine meydan okuyan bir kavram olarak durmakta mıdır? Tam burada Levinas, Bergson’un hiçlik hakkında söylediklerine başvurur. Bergson için mutlak bir yokluk düşüncesi kendi yok oluşunu da varsaymak
zorundadır. Bu varsayım ise kendi içerisinde kendisini yok eden bir düşünce olacaktır (Levinas,
2006, 89). Bu yüzden her şeyin yok olması ona göre ‘dikdörtgen bir çemberden’ daha da saçmadır. Levinas, Heidegger’in yokluğa ulaşmak için yokluk karşısındaki endişeyi bir yokluk
deneyimine dönüştürmesine odaklanır. Bu da anlamını ölüm de bulacaktır Dasein için (Ancak
Heidegger’in sonda olan varlık (being-at end) ile ölüme doğru varlık (being-towards-death)
arasında bir ayrım yaptığı da göz önünde bulundurulmalıdır. Heidegger bu ayrım yoluyla ölüme
doğru varlık açısından bir olanak arayışındadır: “Dasein’ımın sonu, ölümüm, olayların birdenbire durduğu bir an değildir, bu durumda o, Dasein’ın şu ya da bu şekilde kendisinden önce
süre giden bir şey olarak yakaladığı ve sahiplendiği kendisinin en uç mümkünlüğünü tanıdığı
noktadır” (Heidegger, 1991, 11 E.). Hatta Being and Time’da ölüm sorunu etrafında kümelenen
tartışmalar varlık potansiyeli ile ilişkilenirler: “Ölüme-doğru-oluşunda Dasein, kendisiyle özgün
bir varlık-potansiyeli olarak ilişkilidir” (bk. Heidegger, 1996, 235). Dasein kendini ölümde
bütünleyecektir (Dasein’ın kendini bütünlemesi sorunu temelde beklentinin ve ölüme-doğruvarlığın potansiyelleriyle bağlantılıdır ve Levinas bu bağlamı kaygının ontolojik anlamını bir
ölçüde göz ardı ederek okur). Hiçlik deneyimi, sonda-bulunuşun ya da nihai oluşun değil bu
ölüme-doğru-oluşun duygulu, tutkulu ve bedenli varlığı olan Dasein için bir imkândır ve hatta
mümkün bir imkânsızlık olarak anılır: “Kaygı içerisindeki Dasein, kendisini varoluşunun mümkün imkânsızlığının hiçliğiyle yüzleşmiş olarak bulur. Kaygı (Angst), bu şekilde belirlenmiş
varlığın, varlık-potansiyelliği hakkındaki endişedir ve bu yüzden en uç noktadaki mümkünlük
olarak açığa çıkar. Dasein’ın beklentisi onu bireyleştirdiği ve ona olanak tanıdığı için kendi
bireyleşmesi içerisinde kendi varlık-potansiyelliğinin belli bir bütünlüğü haline gelir; kendi
temeli açısından Dasein’ın kendisini anlamasına ait olan Kaygı’nın temel akortlanışı haline
gelir. Ölüme-doğru-varlık temelde Kaygı’dır (Angst)” (bk. Heidegger, 1996, 245). Ölümden
yola çıkarak zamanı düşünmek, ölümü sonla ve yoklukla özdeşleştirmek demektir. Levinas tersi
bir stratejinin yollarını araştırmaktadır.
Derslerden birinin adı ölüm hakkında ne biliyoruz? dur. Derslerin birçok yerinde Levinas,
ölümün sıra dışı bir ilişkiyi doğurduğundan, sürede bir kısa-devre oluşturduğundan, bir skandal
yarattığından söz eder. Peki, ölüm benim aklımın ışığının üzerine düşebileceği, bilgisine ulaşabileceğim bir yaşantı mıdır?
“başkasının ölümüyle ilişkimiz başkasının ölümüyle ilgili bir bilgi değildir; ne de bu ölümün varlığı nasıl yok ettiğinin deneyimidir. Bu sıra dışı
ilişkinin bilgisi olamaz” (Levinas, 2006, 21).
Işık metaforları, böylesine sıra dışı bir gizem olarak karşıma çıkan ölüme nüfuz edemez.
Levinas’ın Zaman ve Başka adını taşıyan eserinde sözünü ettiği başkaya ilişkin bilgisizliğimizle
ölümün bilgiye dönüştürülememesi hakkında söyledikleri büyük bir paralellik taşımaktadır:
“Akıl yalnızdır. Ve bu anlamda bilgi, dünyada hakikaten başka olan bir
76
Sercan ÇALCI
şeyle asla karşılaşmaz” (Levinas, 2005, 94).
Ölüm, benin ölümü değil başkasının ölümüdür Levinas için ve kendisinin de söylediği gibi bu
Heidegger’le önemli bir kopuş noktasıdır (Benin ölümü ve başkasının ölümü arasındaki ayrım
Levinas için kökensel bir ayrım olsa da Heidegger çoğu defa Dasein’ın ötekilerle birlikte bir
dünya kuran ontolojik yapısına dikkat çeker). Ölüm sorununda bu ayrım Heidegger’in önemli
bir alana sıçrayarak bireyleşme meselesini gündeme getirmesiyle yeni bir ivme kazanır. Ölüm
olayı herhangi birinin ölümü “one dies” olmaktan çıkar ve beni bireyleştiren bir güce kavuşur.
Ancak bu durum Levinas tarafından kabul edilemez, çünkü ona göre anonim ve karanlık olan,
belirlenimsizlik alanından yani il y a dan çıkış bir öteki -başkası- olmaksızın gerçekleşemez.
Levinas’ın tartışmasının ve Heidegger’e karşı temel savlarının alt metninde bireyleşme sorunu
olduğu görülebilir. Heidegger Being and Time’da şöyle der: “Ölüm bir kimsenin kendi Dasein’ına
farklılaşmamış bir şekilde “ait” değildir ancak o, bireysel bir şey olarak Dasein üstünde hak
iddia eder. Beklentide anlaşılan ölümün ilişkisel olmayan karakteri Dasein’ı kendisine doğru
bireyleştirir” (bk. Heidegger, 1996, 243). Heidegger’in formülünde ölüm, zaman, yokluk süreci
bir tür resim oluşturuyordu. Bu resim Levinas’la birlikte zaman, başka, ölüm bağlamına
dönüşür. Levinas, zaman anlayışını ölümle ilişkisi içerisinde kurarken Aynı ve Başka’yı üreten
düşünce imgelerini de zaman ve ölüm üzerinden sunar: Aynı’nın kesintiye uğratılışı olarak ölüm
ve Aynı’nın Başka’ ya dönüşümü olarak zaman.
“Bilinç içeriklerinin akışı olmaktan ziyade zaman Aynı olanın Öteki’ ye
doğru dönüşü, çevrilmesidir” (Levinas, 2006, 134).
Bu radikal dönüşümler, başkalığı, ontolojinin ötesinde ve fenomenolojinin klasik yönelimsellik
kuramından koparak düşünmeye çağırır Levinas düşüncesini.
Başkalığı Düşünme Yolları
Başka olan benim tasarımlarıma indirgenebilir mi? Bu soru, Başka’yı düşünmeye nereden başladığımıza ilişkin ipuçları içerir. Başka’dan önce bir Ben varsayabilir miyim? Yoksa Başka,
benim bireyselliğimi kazanmamın koşulu olarak, benim anonim Varlık’tan çıkışımın bir imkânı
mıdır?
Levinas için Batı Felsefesi’nin yapmış olduğu Aynı ve Başka ayrımı ontolojik düşünce için
önemli bir üretim alanıdır. Peki, bu ayrım nasıl olup da Başka olanın dışlanmasıyla, Aynı’nın
Başka üzerindeki tiranlığıyla sonuçlanmıştır? Bu ayrımı yapan bilinç, kendini bu ayrışmada
Aynı olanın hareketine dâhil eden, aynılaştıran bir bilinçtir. Batı Felsefesi’nin ana akımı, nasıl ki
özdeşliğin farktan önce olduğunu baştan kabul ederek farkı özdeşliğe mahkûm ettiyse, Aynı’nın
da Başka’ya önceliğini kabul ederek Başka’yı dışlamıştır. Tüm bu dışlamaların politik doğasına
eşlik edense mevcudiyet metafiziğidir. Sokrates’in diyalog yöntemi, hakikatin verili olduğuna
ilişkin bir yargıyla başlıyordu. Sokrates, Başka olanın sıra dışılığı, gizemi karşısında kendi hakikatini açığa çıkarmanın yollarını arıyordu. Platon, görünüşlerin ve oluşun dünyasındaki tüm
tikelliği ve başkalığı ideler bütünü içinde eriten bir hiyerarşi kurmuştu. Böylelikle Batı Felsefesi’nin logos’u inşa oluyordu. Bu logos, bütüne düzen veren ve görünüşlerin arkasındaki birliği
arayan bir yasaya, ilkeye, düşünmeye ve söze dayanıyordu. Aynı’nın Başka üzerindeki tiranlığının kuruluşu, tikelin evrenselde, çokluğun Bir’de, kaosun logos’ta eritilme süreçleriyle paralel
bir gelişim gösteriyordu. Peki, modern dönemlerle birlikte Başka’yı düşünme biçimlerinde nasıl
dönüşümler oldu?
Modern felsefe, Hıristiyanlıktan miras kalan bir özne düşüncesiyle ve akıl imgesiyle kuruluyordu. Modern felsefenin öznesinin doğaya yaklaşımında, temelde doğanın ölçülebilir ve basit
olduğuna yönelik bir varsayım yatmaktaydı. Gizemden arındırılmış, büyüsü bozulmuş dünya,
Emmanuel Levinas ve Zaman
77
artık bilginin bir nesnesine dönüşmekteydi. Basit doğa düşüncesi, öznenin bilgi nesnesine
yönelik indirgeyici bakış açısını getiriyordu beraberinde. Bu arada özne de kendi içinde bir
yarılmayla karşı karşıyaydı. Bu durum Descartes felsefesinden gelen zihin-beden düalizmini
doğurmuştu. Felsefe, kendi parçalanmış tümlüğü içine gerçekliği hapseden ve deneyimini de bu
şekilde kuran bir Ben icat etmişti. Böylelikle Başka’yı önceleyen Ben, onu kendi tasarımlarına
indirgeyen metodlar geliştirmişti.
Levinas’ın felsefe tarihini Aynı ve Başka geriliminde okuma denemesi, Başka’yı sözü edilen
tiranlıktan çıkarma girişimidir. Bu girişim, düşünce imgelerinin ürettiği birtakım bütünlüklerin
sorgulanmasına yol açmıştır. Aslında Aynı ve Başka arasındaki ilişki süre giden, değişmez bir
ilişki değildir ama örneğin ilk felsefe olarak ontoloji tarafından yeniden üretilmektedir. Transendental bir özne varsayımı ve yönelimsel bilinç anlayışı da, başkalığa imkân tanımayan bütünlükler ürettiği için Levinas’ın eleştirileriyle karşılaşacaktır.
Fenomenoloji
Varolmak yönelimsel bir yapıda mıdır? Bir “şey”i varolmak mümkün müdür? Fenomenolojinin
terimleriyle insanın zamanla, başkayla ürettiği ilişkiler nasıl bir anlam kazanır?
Fenomenoloji, bilinç ile yöneldiği nesne arasında eşzamanlı bir oluş fikri geliştirmişti.
Fenomenoloji içerisinde düşünmek, ‘bir şeyi düşünmektir’e dönüşüyordu ve buradaki ‘şey’
bilincin ilişkilenerek kendini kurduğu bir nesneydi. Levinas’ın felsefi yolculuğu da fenomenoloji içerisindeki çalışmalarıyla özellikle Husserl ve Heidegger okumalarıyla örülmüştü. Hatta
Levinas temel eseri olduğu söylenen Totality and Infinity’de geliştirilen kavramların içeriklerini
tümüyle fenomenolojik yönteme borçlu olduğunu belirtiyordu (Levinas, 1979, 28). Fakat Levinas’ın yönelimsellik ve deneyim arasında var olduğu sanılan örtük bağıntıya yaptığı itirazlar
felsefi yolculuğu ilerledikçe radikal bir eleştiriyi de yanında getirdi.
Peki, neydi Levinas’ın fenomenolojik düşünce içerisinde doğmuş felsefi yaklaşımının ondan
belli bir ölçüde uzaklaşmasının sebebi? Aslında Kartezyen öznenin dış dünya ve ben ayrımından
gelen bir gerilim fenomenoloji içerisinde birtakım çıkmazlar yaratıyordu. Husserl için bu
gerilim Transendental Özne aracılığıyla çözülüyordu ki o, bu noktadan itibaren bir tür egoloji
yapmakla eleştirilecekti. Fenomenolojik bilinç, temel hareketi olan yönelimselliğiyle bir iç-dış
ayrımını sürdürüyordu. Bilinç burada merkezde olan ve fenomenlerle çakışan bir yönelim
hareketi olarak anlaşılıyordu. Fenomenoloji içerisinde Özne, her ne kadar Kartezyen köklerinden koparılmaya çalışılmışsa da, varolanı ‘şey’e indirgeyerek, insanın ilişkiselliğini kuşatan bir
deneyim fikri geliştirerek, büyük harfli özneyi yeniden üretiyordu. Aslında bu Özne, tüm insani
deneyime yönelimsel bilinç edimlerinde kaynak bulmaktaydı. Oysa insani bir deneyime dönüştürülemeyecek olanla, bilinmez olanla, gizemli olanla, kaotik olanla ilgili bir deneyim yönelimsellik içerisinde kalındığı sürece nasıl mümkün olabilir? Gizem ve kaos, insan için bir ‘şey’e
dönüştürülebilir mi? Ya da ölüm nasıl benim deneyimim olabilir?
Levinas Ölüm ve Zaman’da, ölüm karşısındaki heyecan ve duygusallıktan söz ettiğinde
bunlar heyecan ve duygu deneyimleridir, ölüm deneyimi değil. Tam bu anda Levinas, Michel
Henry’den hareketle ‘yönelimsel olmayan bir duygusallıktan’ söz eder (Levinas, 2006, 22).
Yönelimsel bir yapının ötesindeki duygusallık hareketsizleşmiş ve bilinmeyen karşısında
eylemsizleşmiş tepkisel bir güç olarak anlaşılmamalıdır. Bununla Levinas, insani deneyime
indirgenemeyen birtakım süreç ve ilişkileri dile getirir:
“Eğer ölüm deneyimlenemiyorsa, ölümün bir yönelimsellik olarak
yorumlanması sorgulanmalıdır” (Levinas, 2006, 27).
Levinas’ın fenomenolojiye yönelik bir eleştirisi de, özellikle Husserl’in düşüncesinde Başka’yı
78
Sercan ÇALCI
düşünme yollarının tüketilmiş olması hakkındadır. Husserl fenomenolojisinde Transendental
Özne öylesine kurucu bir rol üstlenmiştir ki ‘Başkalık’ da onun bir uyruğu olarak bilincin yönelimsel hareketinde bir ‘şey’ olması üzerinden anlaşılır. Bu da, Başka’yı Aynı’nın oyununa tabi
kılan bir düşünce tarzı olarak, Başka’yı sonsuz ve mutlak Başkalık olarak düşünmenin yollarını
tıkar:
“Fenomenolojik dolayımlama ‘ontolojik emperyalizmin’ daha da görünebilir olduğu başka bir yolu takip eder. Hakikatin aracı(medium) varolanların(existents) varlığıdır (being)” ( Levinas, 1979, 44).
Levinas, fenomenolojinin ötesindeki düşünme çabasını Husserl’in zaman anlayışına yaptığı
itirazlarla geliştirir. Levinas, Husserl’in zaman anlayışında yenilik ve öngörülemezliğin ortadan
kaldırıldığını söyler (Levinas, 2006, 130). Böylelikle fenomenolojide, bilincin etkin olduğu
şimdi düşüncesi tüm zamansal boyutlara hâkim kılınır. Bilinen şimdi, öngörülemeyen bir geleceği kendine asimile ederek ilerler. Levinas için zamanın Aynı’nın Başka’ya dönüşüm süreci
olduğunu düşünürsek, bu dönüşüm içerisinde tesadüfî, öngörülemeyen ve kaotik olanın sürecin
kendisi olduğunu düşünebiliriz. Oysa fenomenolojinin stratejisi, Başka’yı Aynı’nın aynasında
görmek ve onu Aynı’nın kronolojisinde doğurtmak olmuştu. Başka olanın oluş sürecindeki
yeniliği ve Aynı‘nın tersine çevrilişini gizleyen bir düşünme tarzıydı bu ve ilk felsefe olarak
ontolojiyle Aynı‘nın üretimi de birtakım ortaklıklar taşıyordu.
Ontolojinin Ötesinde
İlk felsefe olarak ontoloji, temele yerleştirdiği bir varlık anlayışı üzerine kuruludur. İdealizmin
kaynaklarında diğer varlıklar idea’dan pay alırlarken, daha mistik yorumlarda, diğer varlıklar
Bir’den türerler. Batı Felsefesi’nin ortodoks ontolojileri aslında bir tür varlık hiyerarşisi üzerinde yükselir. Levinas için ilk felsefe olarak ontoloji bir varlık destanı üretir ve bu anlayış
içerisinde tikelin varlığı hiçbir zaman bağımsızlık kazanamaz; tikel olan, onu mevcudiyete
getiren Varlık düzleminde var olur ve anlam kazanır. Levinas tam burada şu soruyu sorar:
Anlam hep bir Varlık olayı mıdır? Varlıktan anlama doğru bir düşünüşün hareket noktasına ve
güzergâhına radikal bir itirazdır söz konusu olan.
“Demek ki bir uçtan diğerine varlıkbilim, varlık ve yokluğun anlaşılması
her türlü anlamın kaynağı olarak kalır. Sonsuz hiçbir şekilde bu çözümlemede yer almaz” (Levinas, 2006, 45).
Levinas, Heidegger’in ontolojide büyük bir dönüşüm yarattığını kabul eder ve mevcudiyet
metafiziğinin bir eleştirisini bulur Heidegger’de; ancak Heidegger’in varoluşu varlığa gelme
olarak kavradığı yerde ciddi itirazlar sergiler. Heidegger için varoluşa gelmek, Varlığın hareketine, varlığın kendini ‘açma’ hareketine göre düşünülmekteydi ve Levinas burada bir bütünlük
fikri bulgulayarak eleştirisini buraya yoğunlaştırır. Varlık, tüm varolanların içinde eridiği bir
bütünlük müdür?
“Levinas’ın Heidegger’e karşı temel savı, onun Varlık ile varlıklar arasında yaptığı ayrımın ve birincinin ikinciye göre öncelikli olduğu varsayımının, bütün tiranların içinde en kötücülü olan, aynı’nın başka üzerinde kurduğu tiranlığın bir tezahürü olduğudur” (Megill, 2008, 440).
Levinas, Ölüm ve Zaman’ da ontolojik bir perspektifin ötesinde bir düşünüşün yollarını araştırır
ve bunun için Batı Felsefesi’nde yokluğun nasıl düşüldüğüne odaklanır. Yokluk, Hegel için
Varlık ile diyalektik bir ilişki içerisinde ve bir boşluk düşüncesinden öte kendisinden bir varlık
çıkması gereken yokluk olarak düşünülmüştür (Levinas, 2006, 94-95). Yokluk, Varlığı içinde
Emmanuel Levinas ve Zaman
79
taşır. Heidegger’e geldiğimizdeyse Yokluk, karşısında bir endişe duyduğumuz ölüm deneyimine
dönüşmüştür. Ölüm ve Zaman’da Levinas, Yokluk düşüncesinin Batı Felsefesi’ne meydan okumasından söz eder. Peki, Varlık ve Yokluk metafiziği Başka olanın düşünülmesinde nasıl bir
perspektif sergiler? Heidegger’e yönelik eleştiri, ontolojinin Başka olanın Başkalık olarak
ortaya çıkmasına izin vermediğini, onu Aynı’nın tiranlığına mahkûm ettiğini söyler. Levinas’ın
özellikle üzerinde durduğu hipostaz deneyimi burada gündeme gelir. İnsanı Varlık’ta ayak
direyen bir Aynılık olarak düşünmemeye çağıran Levinas düşüncesi, Varlığa ve onun anonim
doğasına tabi bir Başkalığın düşünülemeyeceğini söyler. Bunun için hipostaz deneyimi, Varlığın
anonim doğasından kopup bireyselliğini kazanan, daha doğrusu varoluşunu ve sorumluluğunu
yüklenen etik bir alanı varsayar. Bu etik alanda insan, kendi bireyselliğini Başka’yla kurduğu
ilişki aracılığıyla kazanacaktır, Başka onu varlığa tabi olmaktan kurtararak sorumluluğunu üstlenen etik bir anlama dönüştürecektir. Eğer anonim bir Varlık içerisinde kalsaydık onun ‘kişiliksiz’
yapısı içerisinde Varlığa batmış bir varolan olarak kalırdık, oysa hipostaz deneyimi gösterir ki,
ontolojiden kopuş etik deneyime hayat veren radikal bir Başka’lıkla mümkündür.
“Başkası beni ona karşı duyduğum sorumluluk aracılığıyla birey haline
getirmektedir. Başkasının ölümü benliğimin sorumlu kimliğinde beni
yaralar. Bu, birbirinden değişik kimlik edinme davranışlarının basit bir
tutarlılığından ibaret de değildir; dile getirilemeyecek sorumluluktan
oluşmuştur” (Levinas, 2005, 72-73).
Levinas’ın ontolojinin ötesinde düşünme çabaları yeni bir etik bağlamı düşünme çabalarına
karşılık gelir, bu da Başka’yı düşünme yollarımızda radikal bir dönüşümün habercisidir. Artık
Aynı’yı üreten bir ontoloji değil, zamanla ve başkalıkla ilişki kuran, Başka’ya karşı sorumluluğuyla hatta başka olanın sorumluluğuna karşı sorumlulukla hayat bulan bir etik ortaya çıkmaktadır. Bu etik içerisinde Aynı’nın Başka’ ya doğru çevrilişine tanık oluruz ve bu tanıklık Aynı’nın
yinelenişine değil, Başka ve sonsuza ilişkindir.
Derrida ve Adieu
27 Aralık 1995’de Levinas’ın mezarı başında Derrida, A-Dieu kelimesini başka türlü işitmeyi
ve düşünmeyi Levinas’la birlikte öğrendiğini söyler. Peki, nedir A-Dieu’nun anlamları?
“1. verilen selam ya da takdis, 2. Bu dünyaya hiç bir geri dönüş olmaksızın, ölüm anında, bazen sürekli olarak ayrılış, göçme anında yapılan
uğurlama ya da takdis, 3. – Dieu, her başka adieu’ da, Tanrı için ya da
Tanrı önünde ve her şeyden ya da ötekiyle herhangi bir ilişkiden önce”
(Derrida, 2004, 96).
Derrida, Levinas’ın mezarı başındaki konuşmasında özellikle Ölüm ve Zaman adıyla yayınlanan
derslerine birçok gönderme yapar. Bu derslerde Levinas, ölümün bir yokoluş ve hiçlik olarak
kavranamayacağını belirtir, ölümle başlayıp ölümle noktalanan zamanı kavrayışını yırtan yeni
bir zaman anlayışı geliştirmeyi dener. Derrida’nın da ısrarla vurguladığı gibi ölüm bu derslerde
yanıt yokluğu olarak tarif edilmiştir.
Adieu’nün ilk anlamına baktığımızda, bunun bir karşılaşma anında birbirine merhaba diyen
iki insanın deneyimi olduğunu görürüz. Burada söz konusu olan Yüz’dür, Başka’sının Yüz’üdür.
Adieu burada Başka olanın Yüz yoluyla keşfine götüren bir seslenmedir ve ona burada oluşunu
teslim eder, ona doğru konuştuğunu söyler adieu. İkinci anlamıyla adieu yanıt yokluğu olarak
ölümle ilişkilidir. Başka olanın yüzündeki yanıt yokluğunun deneyimidir, geri dönüşü olmayan
bir yolculuğa çıkan birine verilen selam ya da uğurlamadır. Burada söz konusu olan zamandır,
elveda diyen birinin Başka olana doğru gidişi anlamında zamandır. Zaman, Levinas için Aynı’nın
80
Sercan ÇALCI
Başka’ ya doğru çevrilişidir ve bu çevrim asla geri dönmez.
İkinci anlamıyla adieu Nietzsche’nin ebedi dönüş düşüncesiyle ilişkilidir. Ebedi dönüş düşüncesi Nietzsche için yaşamın en yüksek olumlama ilkesidir. Bu döngüsellik içinde reaktif
güçler bir daha dönüşü mümkün olmayacak bir şekilde kendi kendilerine karşı çevrilerek bir özyıkım (self-destruction) sürecine girerler. Burada yaşamı olumlayan değerleri üreten aktif güçler
kendilerini olumlayarak bir çifte olumlama yaratırlar. Ancak çoğu zaman Aynı olanın sürekli
tekrarı olarak okunan ebedi dönüş düşüncesi Gilles Deleuze’ün yorumu açısından Aynı’nın geri
dönüşü olarak okunamaz; söz konusu olan Farkın yinelenişidir. (Deleuze, 1994, 41). Bu açıdan
Nietzscheci dönüş, Levinas’ın Aynı’nın Başka’ya dönüşümü olarak zaman anlayışıyla birlikte
okunabilir.
“Fakat bu durumda Yapıt’ı tüm dönüşümleri boyunca kendine eşit kalan
bir enerji gibi, olan bitenden sonra kendisiyle eşit kalan bir derinliğin
görünüşteki hareketliliği olarak düşünmemek gerekir. Kökten bir şekilde
düşünüldüğünde Yapıt, Aynı’nın Başka’ya doğru hareketidir ve bu
hareket asla Aynı’ya geri dönmez” (Levinas, 2002, 135).
Ancak adieu, Fark’ın döngüsellik içerisindeki yaratımına değil, sonsuza ya da Tanrı’ya doğru
giden üçüncü anlama açılacaktır. Derrida için -Dieu deneyimi sona işaret etmez ve bu varlıkyokluk metafiziğini aşan bir sonsuzluk düşüncesini beraberinde getirir. Burada kritik olan şey
Aynı’nın Başka olana doğru hareketinin geri çevrilemezliğidir ve bu durum sonsuzluğun öznellikle reddedilemez bir ilişkisi olduğu konusundaki ısrarı sürdürür.
Levinas’ın felsefi projesi, bütünlükler ya da topyekûn varlık katmanları arasında sıkışmış
tikeller için, egonun yalnızlığına batmış öznellik alanları ve varlığın bir uyruğuna dönüşerek
onun destanının önemsiz bir parçasına dönüşmüş bedenler için bir savunudur. Bu savunu açısından zamanı sonsuza doğru açmak ya da sonsuzla öznellik arasında kayıtsız kalınamaz bir ilişki
kurmak, tekillerin incinebilirliğini hisseden ama vazgeçilemez olduklarında direten bir etik alanın zorunlu koşuludur.
Sonuç Yerine
Levinas’ın Aynı’nın Başka’ya dönüşümü olarak kavradığı zaman anlayışı üzerine bir sonsöz
veya sonuç yazmak tam da sonsuz düşüncesiyle yüzleşirken ne anlama gelir? Zaman, bizi sonsuza açan bir ‘başkalaşım’ süresi olarak kavrandığında başlangıç ve son, varlık ve yokluk
üzerine kurulu metafizikler için olduğu kadar geleneksel soru sorma tarzlarında da bir değişim
kaçınılmazdır. Levinas’ın düşüncesi bizi Aynı’nın tiranlığına mahkûm edilmiş Başka’yı başka
türlü düşünmeye çağırıyor. Ontolojik perspektiflerin ötesine geçmeyi deneyerek zamanı düşünme yollarımızı sorguluyor.
Levinas’ın düşüncesi, birçok modern felsefi düşünce imgesini yerinden ederek, günümüz
felsefesini derinden etkilemeye devam eden bir felsefe. Zaman anlayışına getirdiği yenilikler
bakımından Levinas felsefesi fenomenolojinin deneyim, yönelimsel bilinç gibi temellerini aşındırmış görünüyor. Özellikle ölümün bir deneyim ve bilgi olarak kavranamayacağını ileri sürmesiyle fenomenolojinin klasik yönelimsellik düşüncesinin ötesinde bir duygu kuramı geliştiriyor.
İlk felsefe olarak ontolojinin içerisinde, Başka’ya imkân tanımayan bütünlükleri açığa çıkarması birçok politik okumaya açılıyor ama temelde yeni bir etik anlayışı sergiliyor. Bu etik
içerisinde Başka, Ben’in bir tasarımı ya da kurgusu olarak değil, Başka olarak ortaya çıkıyor.
Levinas bizi Aynı’dan ve Özdeşlikten değil, Başka’dan ve Fark’tan başlayarak düşünmeye çağırıyor diğer bir deyişle Batı Felsefesi’nin ana akım çizgisi aracılığıyla yüzyıllardır süregelen
mevcudiyet metafiziğinin sorgulanmasına olanak tanıyor.
Emmanuel Levinas ve Zaman
81
Varlık Destanı Üretmeyen Bir Ontoloji
Peki, düalist ve hiyerarşik ilişkilere olanak tanımayan, Varlık ile varlıklar arasındaki ayrımı referans almayan bir oluş ontolojisini topyekûn bir ontoloji eleştirisi içerisinde yitirmek, varoluş
sorunu karşısında felsefi düşüncenin yeni sorunsallaştırma potansiyellerini gözardı etmek anlamına gelmez mi?
Şiddet altındaki bir kimsenin varlığından direnme ve süre gitme mücadelesini teorik ya da
pratik anlamda çekip almak, onu daha savunmasız bırakmakla eş anlamlı değil midir?
Bir varlık destanı üretmeden, oluşu maskelemeden, tekil olanı baskılamadan düşünülebilecek
mümkün bir ontoloji aslında tam da önceleme ya da ilk olmaya dayalı üstünlüklerin tersine
çevrilmesi için bugün felsefi düşüncenin ihtiyaç duyduğu şey değil mi?
Hayvan
Hayvan bir başkası olabilir mi ya da o bir Yüz değil midir zaten?
Levinas felsefesi Yüz’ü insan-merkezci bir eksen olarak derinden beslemekte midir? Eğer
öyleyse tam da kaçınmaya çalıştığı hiyerarşik düzenlemeyi yeniden üreterek insanı, etik alanı
içerden sınırlamaya mahkûm mu etmektedir?
KAYNAKÇA
Başaran, M. (2013). “Derrida ve Yapıçözüm” veya “Vav”. Kaygı Dergisi, 20, 153-165. Bursa: Uludağ
Üniversitesi Basımevi.
Deleuze, G. (1991). Bergsonism. Translated by Hugh, T., & Barbara, H. London: Continuum.
Deleuze, G. (1994). Difference and Repetition. Translated by Paul, P. London: Continuum.
Derrida, J. (2004). Emmanuel Levinas’a Adieu. Çev.: Ahmet, Demirhan. Tezkire Dergisi, 38-39, 95-109.
Ankara: Vadi Yayınları.
Gorner, P. (2002). “Heidegger's Phenomenology as Transcendental Philosophy”. International Journal of
Philosophical Studies, 10/1, 17-33.
Heidegger, M. (1991). The Concept of Time. Translated by William, McNeil. London: Blackwell
Publishing.
Heidegger, M. (1996). Being and Time. Translated by Joan, S. Albany: State University of Newyork
Press.
Heidegger, M. (2008). Being and Time. Translated by John, M., & Edward, R. New York:
Harperperennial.
Megill, A. (2008). Aşırılığın Peygamberleri. Çev.: Tuncay, Birkan. Ankara: Ayraç Yayınları.
Levinas, E. (1979). Totality and Infinity: An Essay on Exteriority. Translated by Alphonso, L. Boston,
London: Martinus Nijhoff Publishers.
Levinas, E. (2002). Sonsuza Tanıklık. Haz.: Zeynep, Direk. İstanbul: Metis Yayınları.
Levinas, E. (2005). Zaman ve Başka. Çev.: Özkan, Gözel. İstanbul: Metis Yayınları.
Levinas, E. (2006). Ölüm ve Zaman. Çev.: Nami, Başer. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Roubach, M. (2004). “Meaning, Phenomenology, and Being”. Inquiry: An Interdisciplinary Journal of
Philosophy, 47/2, 189-199.