Academia.eduAcademia.edu

YAŞAR KEMAL'DE DEĞİŞİM

Anadolu’daki modernleşme süreci içinde “ağalık” kurumu içindeki birbiriyle çelişik anlamları görebilen tek yazar, yazarlığının olgunluk dönemindeki Yaşar Kemal olmuştur. Yaşar Kemal, Akçasazın Ağaları’nda, “bey” kavramını, konar-göçer boyların geleneksel yapısı içinde, kan toplumuna ait arkaik öğeleri taşıyan, daha insancıl ve etik bir toplumsal işleyişi temsil eden ve ahlaki iradeye dayalı bir anlam boyutuyla kullanır. Bu yapıtlardaki “ağa” sözcüğüyse, “yeniyetme”, etik değerlerle ve adaletli davranışla ilgisi olmayan, rasyonel akıldan yana bir kişiliği tanımlar. Yaşar Kemal, ilk yapıtı olan İnce Memed adlı romanında, İnce Memed’in eşkiyalık serüveni sırasında karşılaştığı, çadırının güzelliğine, zenginliğine, çevresindeki insanlarla ilişkisine vurulduğu Yörük ağası Kerimoğlu’nu “ağa” olarak adlandırmaktadır. Kendisi “fıkara düşmüş” bir ağanın oğlu olan, köylülerin topraklarına çeşitli hilelerle ve zorbalıkla el koyup zenginleşen Ali Safa içinse “bey” demektedir. Yaşar Kemal, İnce Memed’den yirmi yıl sonra yazacağı Akçasazın Ağaları ikilemesinde (Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufçuk Yusuf), Kerimoğlu konumundaki kahramanları için “bey”, Ali Safa toplumsal konumundakiler içinse, “ağa” sözcüğünü kullanacaktır. Yirmi yıl içinde Yaşar Kemal yazınsallığında meydana gelmiş bu değişim, yazarın yazma eylemi boyunca derinleşen ve “tarihsel maddeci” bir yöntem arayışını içeren bakış açısının sahip olduğu bir “farkındalığın” işareti sayılmanın yanında, Köy Enstitülü yazarlar, Markopaşa gülmece kültürü ile üstkültürü sarsmaya başlamış “grotesk”in yol açtığı yazınsal değişimin göstergesi olarak da algılanabilir. Toplumsal değişim, edebiyat-dışı alanda oluşmuş trajik yozlaşma, kan toplumu-göçerlik geleneklerinin hızla yıkıma uğramaya başlaması, Yaşar Kemal’in dilini değiştirmiş, kullandığı kavramlarda farklılaşmaya yol açmıştır.

YAŞAR KEMAL’DE DEĞİŞİM Edebiyat eleştirisinin bir bilim olup olamayacağına yönelik tartışmalarda söz alan İtalyan Edebiyat Sosyologu Franko Moretti, şunları söyler: ‚Eleştiri sanat ve edebiyat tarihlerini ‘yerinden sökmeye’ ve bunları değerler tarihinin, bu değerlere düzen veren düşünce yapılarının ve bu değerlerin bayraktarlığını yapsın diye tasarlanmış kurumların tarihinin bileşenlerinden sadece biri olarak yeniden yazmaya yönelik kuramsal ihtiyacı, tam da eserlerin maddiliğinden yola çıktığı için hissedecektir.‛ (Franoco Moretti, Mucizevi Göstergeler, s 28) Edebiyat eserlerindeki “maddilik” ya da “maddi öğeler”, kahraman ve karakterlerin içinde yaşadıkları üretim ilişkileriyle ve bu ilişki içinde yazar tarafından kendilerine uyarlanmış dünya görüşlerinde, kullandıkları dil ve düşünce biçimlerinde somutlaşacaktır. Edebiyat yapıtı, özdeksel yaşamın doğrudan bir yansıması ya da temsili olmamakla birlikte, kapsadığı edebi üretim tarzı, yazar ideolojisi ve estetik paradigmayla donanmış yapısı içinde, o yaşamın ipuçlarını da kaçınılmazca taşıyacaktır. Edebiyat eleştirisi ile yaşamın maddi öğeleri arasında kurulacak bu ilişki, Franco Moretti için “Darwinci” bir “edebiyat evrimi kuramı” oluşturma cesareti de vermiştir. 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından başlayarak kendi halk kültürü ve halk diliyle kucaklaşmaya başlayabilmiş Türkçe edebiyatın, “edebiyat sosyolojisi” adını da verebileceğimiz bu alanında ilginç değişimler yaşanmıştır. Alanın bugüne kadar neredeyse hiç dokunulmadan duruyor olmasıysa çok ilginçtir. Belki de eleştirmenlerimiz böylesi bir çabayı çok anlamlı bulmamaktadır! 1 Bir önceki yazımızda, Türkiye coğrafyasında yaşanmış toplumsal dönüşümü, yazınsal izdüşümündeki bir parçasıyla görünür kılmaya, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”undan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ne yürüdüğü yolda attığı adımları izlemeye çalışmıştık. Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler yapıtının “Büyük Tutulma” bölümünde ele aldığı, İngiliz trajedisini başlatan eser sayılan, Thomas Norton ile Thomas Sackville tarafından 1562’de yazılmış Gorboduc’la, Shakespeare’in 1604-1605 yıllarında yazdığı Kral Lear’i karşılaştırarak trajediyle toplum arasındaki ilişkiyi görünür kılmıştır. Biz de, Anadolu toprağının Çukurova’dan yükselen sesini romansal yazına taşırken çok önemli bir kültürel çaba göstermiş Yaşar Kemal’in yapıtlarından hareketle, benzer bir koşutluğu kurmaya, Yaşar Kemal’in dağarcığında taşıdığı sözlü kültür öğelerine tutunarak açığa çıkmaya başlamış Anadolu tarih ve insan yapısının bir kısmını, edebiyattaki yerinde tanımlamaya çalışacağız. Yaşar Kemal’in 1954 yılında yazdığı İnce Memed I ile 1974-1975 yıllarında yazdığı Demirciler Çarşısı Cinayeti ile Yusufçuk Yusuf’un (Akçasazın Ağaları ikilemesi) karşılaştırılması, bu anlamda, önemli ipuçları taşımaktadır. İnce Memed’de zorba, hırsız ağa- mazlum yoksul köylü çatışması üzerine kurulmuş, Batı kültüründeki Menippea anlatısında da yer alan “soylu eşkıya”nın olay örgüsü içindeki belirleyiciliğine dayalı, hikâyenin öne çıktığı biçimin yerine, Akçasazın Ağaları’nda, çokseslilik, çokbiçemlilik, anlatı bulanıklığı, syuzat’ın fabula’dan daha önde tutuluşu, dizimsel yapının dizinsel anlamlandırmayı gölgeleyen baskınlığı göze batar. “O iyi insanlar o güzel atlara bindiler gittiler”, “Uso Uso, kalk Uso” “Mıstık ölecek, Mıstık ölecek” diyen, kaynağı belli olmayan içsesler, kahraman ve karakterlerin anlatıcı sesine yakın düşen bilinç akışları, gülünçleme, anlatıcının kendisine de yönelmiş ironik ve parodik tutum ile çokseslilik sağlanmıştır. Başka bir deyişle, üstkültüre taşınmaya başlanmış Anadolu grotesk halk kültürünün çoğulluğu, Yaşar Kemal biçeminde kendine yer açmayı başarmıştır. 2 Anadolu’daki modernleşme süreci içinde “ağalık” kurumu içindeki birbiriyle çelişik anlamları görebilen tek yazar, yazarlığının olgunluk dönemindeki Yaşar Kemal olmuştur. Yaşar Kemal, Akçasazın Ağaları’nda, “bey” kavramını, konar-göçer boyların geleneksel yapısı içinde, kan toplumuna ait arkaik öğeleri taşıyan, daha insancıl ve etik bir toplumsal işleyişi temsil eden ve ahlaki iradeye dayalı bir anlam boyutuyla kullanır. Bu yapıtlardaki “ağa” sözcüğüyse, “yeniyetme”, etik değerlerle ve adaletli davranışla ilgisi olmayan, rasyonel akıldan yana bir kişiliği tanımlar. Yaşar Kemal, ilk yapıtı olan İnce Memed adlı romanında, İnce Memed’in eşkiyalık serüveni sırasında karşılaştığı, çadırının güzelliğine, zenginliğine, çevresindeki insanlarla ilişkisine vurulduğu Yörük ağası Kerimoğlu’nu “ağa” olarak adlandırmaktadır. Kendisi “fıkara düşmüş” bir ağanın oğlu olan, köylülerin topraklarına çeşitli hilelerle ve zorbalıkla el koyup zenginleşen Ali Safa içinse “bey” demektedir. Yaşar Kemal, İnce Memed’den yirmi yıl sonra yazacağı Akçasazın Ağaları ikilemesinde (Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yusufçuk Yusuf), Kerimoğlu konumundaki kahramanları için “bey”, Ali Safa toplumsal konumundakiler içinse, “ağa” sözcüğünü kullanacaktır. Yirmi yıl içinde Yaşar Kemal yazınsallığında meydana gelmiş bu değişim, yazarın yazma eylemi boyunca derinleşen ve “tarihsel maddeci” bir yöntem arayışını içeren bakış açısının sahip olduğu bir “farkındalığın” işareti sayılmanın yanında, Köy Enstitülü yazarlar, Markopaşa gülmece kültürü ile üstkültürü sarsmaya başlamış “grotesk”in yol açtığı yazınsal değişimin göstergesi olarak da algılanabilir. Toplumsal değişim, edebiyat-dışı alanda oluşmuş trajik yozlaşma, kan toplumu-göçerlik geleneklerinin hızla yıkıma uğramaya başlaması, Yaşar Kemal’in dilini değiştirmiş, kullandığı kavramlarda farklılaşmaya yol açmıştır. Şöyle de diyebiliriz: Akçasazın Ağaları’nı yazan Yaşar Kemal, İnce Memed I’i yeni baştan ve bir kez daha yazacak olsa, Kerimoğlu için kesinlikle “ağa” yerine “bey”, Ali Safa içinse, “bey” yerine “ağa” sözcüğünü kullanacaktır!... 3 Akçasazın Ağaları’nda, bey grubuyla ağa grubunun arası hep açıktır; birbirleriyle geçinemezler. İnce Memed I’de ise Abdi Ağa ile Ali Safa Bey birbirleriyle canciğer kuzu sarmasıdırlar. Abdi Ağa, İnce Memed’in korkusundan Ali Safa Bey’e sığınmıştır. Akçasazın Ağaları’ndaki Sarıoğlu Derviş ve Akyollu Mustafa Kerimoğlu’yla benzer konumdaki iktidar sahipleri, trajik kişiliklerdir. İnce Memed I’deki Abdi Ağa ile Kerimoğlu Ağa’nın kendi konumları ve yozlaşma süreci karşısındaki tutumları onları ayrı birer adılla anmayı gerektirecektir. İnce Memed’de derebeylik ve derebeylik artıkları gibi terimler kullanır Yaşar Kemal (İnce Memed, s 292) “Onların çokları toprağa, mümkün olduğu kadar bol toprağa sahip olmak için savaşırlar.‛ Akçasazın Ağları’nda bu tür kaba-mekanik, kuramsal açıklamalar yer almayacaktır. Yaşar Kemal beylerinin başlangıçta kendi soyları, obaları içinde tartışılmaz bir konumları vardır. Aynı tartışılmazlık, ait oldukları toplulukların diğer bireyleri için de geçerlidir. Kimse kendi bulunduğu konumu sorgulamaz, kimliğini ait olduğu yerin dışına taşırma, başka bir konuma geçme gibi bir çaba içinde olamaz. ‚Belli bir zümreye mensup kimsenin o zümre dışına çıkmasının imkânsız oluşu, o kişiyi tanımlayan başlıca özellikti< toplumun her ferdi kendine biçilen işlevi yerine getirmeliydi, bu, eşyanın tabi olduğu ilahi düzenin gereğiydi. Her kişinin belli bir işlevi yerine getirmek için çağrılmış (vocatus) olduğunu söyleyen< vocation ilkesiydi bu. < Önemli olan kişi değil< o kişinin işgal ettiği mevki idi.‛ Walter Ullmann, The İndividual and Societiy in the Middle Ages, anan F. Moretti, M.G., s. 73) Yozlaşma süreci, aynı zamanda trajik yapı içinde yer alan bireylerin kendi konumlarını sorgulama eylemliliğini doğurur. Beyleri için canlarını veren, silah kuşanıp ölümüne kavgalara giren silahşörler (Demirciler Çarsısı Cinayeti’nde bir sonraki romanın kahramanı olacak Yusuf’un babası Kürt Mahmut, beyinin düşmanı Muzaffer Bey’i öldürdükten sonra parça parça edilir, işkencede ölür ama kendi beyini ele vermez), birer köylü olmaya doğru evrilirler. Bataklık kurutup toprak 4 sahibi olmaya çabalarlar, birbirlerine hiç nedensiz kurşun sıkmış oldukları için kendi tarihleri karşısında şaşkınlıklar geçirirler... “Yaşar Kemal’in beyleri”, Anadolu romanından yola çıkılarak tarihsel-toplumsal bir çözümleme çabasına yönelmek için benzersiz bir malzeme sunmaktadır. Bu noktada Moretti’nin andığı Hegel bir kez daha anımsanmalı: ‚Hegel‛e göre ‘modern’ trajediyi yeni kılan, ‘sağlam ve tutarlı, ama tam da kendilerine ve kendi amaçlarına olan bu belirleyici bağlılıkları yüzünden felakete sürüklenen karakterler’, ‘ahlaki meşruiyeti olmayıp sırf şahsiyetlerinin formel kaçınılmazlığı sayesinde ayakta durabilen’ figürler yaratabilmesidir.‛ (Moretti, M.G., s. 79-80) Yaşar Kemal’in beyleri de kendilerine ve kendi amaçlarına olan belirleyici bağlılıkları yüzünden felakete sürüklenen karakterler olarak “Anadolu trajedisi”nin oyuncuları gibidirler. Demirciler Çarşısı Cinayeti ve Yusufçuk Yusuf’un Sarıoğlu Derviş Bey’iyle Akyollu Mustafa Bey, bir yandan ölümüne çatışmaktadırlar. İki soy arasında bitip tükenmek bilmeyen bir kan davası vardır. Birbirlerine ölümüne diş bilemektedirler ama, aynı trajedinin ve trajik yazgının kahramanları olduklarının bilincindedirler, kaçınılmaz kötü sonu görüyor olmalarına karşın görmezden gelmektedirler (‚Trajik kahramanlar hep kördür‛, F. Moretti, M.G., s. 75). Bir yandan da bu yazgıyı ve konumlarını paylaşmanın verdiği içten içe bir saygı, dostça duygularla doludurlar birbirlerine karşı. Barışmaları için aracı olan Vali’nin önerisini dışarıdan karşı çeviren, barışı istemeyen Akyollu Mustafa, içinden de ‚Evet Vali Bey, bu dünyada yalnız iki, iki tek kişi sıdk ile candan dost olabilir. O da Derviş Beyle ben. Dost olacak, düşman olacak, sonuna kadar, köküne kadar dost düşman olabilecek insan soyu tükendi. Şu ot gibi yaşayanlar, şu beşe alıp da ona satanlar ne dost olabilirler iliklerine kadar, sırılsıklam, ne düşman olabilirler ölümüne. Ne sevgi, ne mertlik...‛ demektedir (D. Ç. C., s. 188). İki bey, öğrencilik yıllarında, İstanbul’da bir rastlantı sonucu karşılaşmışlardır. Çukurova toprağında birbirine düşman iki soyun temsilcileri olarak henüz birbirlerini tanımamaktadırlar. Çevredeki öğrenciler, bu iki hemşerinin henüz tanışmamış oluşlarından dolayı şaşkındırlar ve onları tanıştırmak isterler. İki genç 5 bey de tokalaşma amacıyla birbirlerine ellerini uzatmışken, adlar söylenir söylenmez yıldırım çarpmış gibi ellerini geri çekip oradan uzaklaşmışlardır. Yusufçuk Yusuf’un bitimine yakın trajik son iyice kaçınılmaz olmuştur. Akyollu Mustafa tüm ailesi tarafından terk edilmiş, bırakıp çıkmak istemediği konağında yalnız kalmıştır. Yatalak, düşkün, paçavralar ve kirler içindedir. Kan düşmanı Sarıoğlu Derviş nicedir al atıyla Akyollu Mustafa’nın konağının çevresinde dolaşmaktadır. Sonunda içeri girer ve Akyollu’nun yanına çıkar. ‚Al atlı adam gözlerini kırpmadan bu adama bakıyor. Acımakla, şefkatle, pişmanlıkla, belki de sevgiyle. Gözleri kapalı, ölü gibi uzanmış yatan bunu biliyor, yüreğinde duyuyor, kalkıp bu adamın boynuna sarılmak geçiyor içinden. O ne düşünüyor, öteki ne duyuyor, ikisi de düşünceleri birleşmiş, her şeyi aynı anda düşünüp duruyorlar. Sonunda al atlı adam elini uzattı, onun saçlarını, alnını yüzünü okşadı. Eli geldi, mahzun yatan ellerinin arasında durdu, usul usul eller birleşti, sıcacık, birbirlerinin ellerini sıktılar. İlk olarak yatan adam gözlerini açtı, sevgiyle, minnettarlıkla göz göze geldiler, belli belirsiz birbirlerine gülümsediler. Al atlı adam ayağa kalktı, bu kez arkasını döndü uzun adımlarla kapıya yürüdü, kapıda durdu, geriye döndü, ona açıkça sevgiyle, dostlukla güldü. Yataktaki bir şeyler mırıldandı, ona bir şeyler söylemeye kalkıştı, öteki duymadı, kapıyı arkasından çekti merdivenlere yöneldi. Yataktaki bütün canını kulaklarına toplayıp onun ayak seslerini dinledi, ta ki ayak sesleri bitip at ayaklarının tapırtıları başlayıncaya kadar. At ayaklarının tapırtıları da uzaklaşıp bittiler. Yataktaki adam tabancasını aldı kurşunları doydurup doldurup boşaltıyordu, elleri uğunurcana‛ (Yusufçuk Yusuf, s. 628). Derviş Bey ile Mustafa Bey arasındaki kavgaya ailenin yalnızca yetişkin bireyleri katılmaktadırlar. Gençler bu kavgadan usanmışlardır, ürkmekte, hatta iğrenç bulmaktadırlar. Her iki ailenin çocukları da “yeniyetme bir ağa” olmak için davranışa geçmişler, birlikte yiyip içmeye, birlikte iş yapmaya bile başlamışlardır. Babaları gibi mertlikten, cesaretten değil çıkarcı akıldan yanadırlar. Onlar için akıllı olmak, yeni kazanç yolları bulmak, toplumdaki değişime ayak uydurmaktan yana olmayı gerektirmektedir. ‚Trajik kahramanda acıklı bir yarılma ve iktidarsızlık olan şey 6 burada kurnazlık ve açıkgözlüktür.‛ (2. James dönemi oyunları için bir değerlendirmeF. Moretti, M.G., s 75) Soy kavgası, analar için de kutsaldır, varoluş gerekçesidir. Mustafa Bey’in Derviş Bey’den kardeşi Murtaza’nın kanını alma süreci uzayınca, anası Karakız Hatun at biner, silah kuşanır. Derviş Bey’in oğlu İbrahim’i vurduktan sonra ölür. Toplumsal konumları, böyle bir davranışı gerekli kılmaktadır. Yaşar Kemal’in “bey” ve “ağa” kavramlarını kendince kullanışı, roman sonunda yer alan barışma sahnesini trajedinin ana temalarından birisi olarak işlemiş olması, eleştirmenlerimizi mekanik bir mantıkla “ideolojik” yorumlar yapmaya yönlendirmiştir. Berna Moran, yozlaşma ikilemesinde Yaşar Kemal’in kapitalist “ağalar” yerine feodal dönem temsilcileri sayılması gereken “soylu beyler”den yanaymış gibi görünen bir anlatıcı kullanmış olmasını, Yaşar Kemal’in taşıdığı Marksist öğretiye ters bulunur. Ona göre, Yaşar Kemal kapitalizme göre bir geri aşama olan feodalizmin insanlarını, soylu beyleri savunmaktadır. ‚Yaşar Kemal kafasıyla derebeyliğe karşı olsa da yüreğiyle ondan yana...‛ diyor Berna Moran (Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir bakış, 2. Cilt, s 159). Hilmi Yavuz, böylesi bir değerlendirmeyi feodal sistem içinde de sömürüyü anlatmış olduğu için Marksist gerçekçiliğe aykırı bulmaz. Hilmiz Yavuz’a göre, Yaşar Kemal ahlakçı bir tutum göstermemiş, öğretiden yana bir tavır takınmıştır; kaçınılmaz olanı anlatmıştır (Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı, s 53). Berna Moran, Yusufçuk Yusuf’ta ellerin birleştiği ânı Yaşar Kemal’in düşmanlıkların bitişi olarak değerlendirmeyişini, barış düşüncesini öne çıkarmayışını “Ne yazik ki”(!) anlatımıyla, bir düş kırıklığı içinde yorumlar. Ona göre, Yaşar Kemal, olayı aşiretlerin yitip gitmesini sevginin de yitip gitmesi olarak değerlendirmekle yanlış yapmaktadır; neden bildirisini eğitici, öğretici bir sonla, böyle bir evrilmeyle taçlandırmamıştır ki! 7 Her iki yazar da, eleştiri içerikli metinlerde, Anadolu gerçeğini Batı öğretilerindeki kuramsal kalıplarla okumaya çalışmaktadırlar. Edebiyat metnini benzer kalıplara sığdırmaya uğraşmaktadırlar< Tartışılan şey, kalıpla nesnesi arasındaki uyumdur (Hegelci bir bakış açısıyla, malzemesel görünüm ile kavramsal özün uyumluluğu)! Eleştirmenlerimizin yazarları ve yapıtlarını kuramsal kalıplar içine sokuşturma çabası Fethi Naci’nin Yaşar Kemal değerlendirmesinde de kendisini gösterir. Fethi Naci, Ölmez Otu’nda Memidik’in Muhtar Sefer’i öldürme tutkusunu ve bunu bir türlü cinayet mitine vardıramayışını, Yaşar Kemal’in ‚mit yaratıcısı olarak toplumu değil bireyi kullanması‛na bağlar, yazarın Memidik’te baş göstermiş, halk arasında “kan tutması” denen psikolojik durumu anlatabilmek için abartılara başvurduğunu bildirir. Fethi Naci’ye göre, Yaşar Kemal, salt yeni bir şey söyleyebilmek için toplumsal ilişkiler yerine bireye başvurmuştur. (Fethi Naci, Yaşar Kemal’in Romancılığı, Ölmez Otu başlıklı yazı, s 27) “Kan tutması” gibi zorlama bir iç durumuyla Yaşar Kemal’i kahramanının davranışını açıklatmaya çalışmak, onun toplum yerine bireyi mit kurucusu yaptığını söylemek, yerleşik bazı kuramsal bakış açılarını her yapıtta geçerli kılma çabasının sonucu olmalı... Fethi Naci, bunalımlı Batı kültürüne T. S. Eliot tarafından çözüm olarak sunulan mitik anahtarı Yaşar Kemal Romanı için kullanmak istemiştir. ‚Toparlamak gerekirse: Batı dünyası – ‘yaban düşüncenin aksine’ – bir tarih kültürü geliştirmiş olabilir; ama Eliot’a göre bunun herhangi bir değer taşıması için parçalanıp kalıntılarının bir mit inşa etmek için kullanılması şarttır.‛ Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, s 263). Yaşar Kemal ise, has yazarlara özgü o özgün bakış açısıyla, belki de taşıdığı ideolojik duruşu öne çıkarmadan, hayat karşısında öngörülerle davranmadan, yaşadığı toplumun hakikatini sınadığı bir karnaval gerçekliği içinde değerlendirmeyi başarmıştır. Sanki, kendisine değil de, kahramanına, karakterine dünya nasıl görünüyor, öyle yazmıştır. İçselleştirmiş olduğu “grotesk halk kültürü”nün toplumsal alanda da kendini duyumsatmaya başlaması, yazar bakış açısını değiştirmiştir. 8 Yaşar Kemal’in “bey”leri, dönemin insancıl geleneklerini belli ölçüde korumayı başarmış göçebe kan demokrasisinin temsilcileri gibidirler. Kapitalist “ağa”lara göre çok daha “komünal edim” den yana duran bir yapıları vardır o beylerin: ‚Dağa çıkmak... Dağa çıkınca ezilmiş, topraksız fakir fıkarayı başına toplamak; şu kanı ciğeri on para etmez, halkın kanını emen asalak çiftlik sahibi ağaları teker teker yakalayıp icaplarına bakmak, topraklarını fakir fıkaraya pay etmek... Sonra da Üç Oğuz hükümetini kurup, evet kurup eşitliği sağlamak...‛ (- Sarıoğlu Derviş Bey’in iç konuşması- Yusufçuk Yusuf, s. 261) Yaşar Kemal’in “Ağa”larıysa, küreselleşen kapitalizmin Çukurova’daki gerici ayakları, işbirlikçileridir. Onlar bezirgânlıktan tekelci çağdaki gerici kapitalistliğe sıçramışlardır. Emperyalizm çağında finans oligarşisi ile tefeci bezirgân sermeye silahlarını gömmüş, bağlaşıklık kurmuşlardır. Kapitalist ağalar, ortaçağın eski bezirgânlarıdır zaten: ‚Şu ağaların, bezirgânların düzeni...‛ (Demirciler Çarşısı Cinayeti, s. 99)... ‚Kahpe Osmanlı bozulmadan...‛ (Yusufçuk Yusuf, s. 88) Derviş Bey, yeniyetme ağaların içinde en nefret ettiği tiplerden olan, politik kademelerde oldukça söz sahibi Mahir Kabakçıoğlu’nun oğlu Muzaffer aracılığıyla gönderdiği, bataklığı bin bir emekle kurutup tarla açmış köylülerin topraklarına el koyarak Akçasaz bataklığını paylaşmak önerisine karşı çıkar. ‚Birden ayağa kalkmış, çok soğukkanlı ve yumuşak, ‘Oğlum’ demişti, ‘onun Akçasazı almasına göz yumamam. Zaten üç yüz liraya aldığı milyonlar eden çiftlik de milletindir. Bundan sonra da onun bu fakir milleti soymasına göz yumamam. Yarısını bana mı verecek? İstemem ve onun gasbına ortak olamam. Sarıoğlu soyuna bu yakışmaz. Şimdiye kadar benim kursağımdan haram geçmedi. Milletin, şu fakir milletin toprağını çalmak için Mahirle bir hırsızlık çetesi kuramam. Zaten hiçbir işte, en küçüğünden en büyüğüne kadar, hiçbir şeyde onunla birleşemem. Son sözüm budur. Kusura kalma oğlum, ben bu haltları yiyemem.’ Bunları söyledikten sonra hızla merdivenleri inmiş, atına atlamış, kara bir top güllesi gibi Çukurovanın derinliklerine dalmıştı.‛ (Yusufçuk Yusuf, s 64)). Akçasazın Ağaları, Anadolu toplumundaki epik yapının çözülüşünü romanla trajedi arası gidip gelen bir anlatı yapısı içinde işlemektedir. 9 Moretti’nin Mucizevi Göstergeler adlı yapıtında oluşturduğu evrimci edebiyat bakışı, İngiliz trajedisi için yaptığı çözümleme, İnce Memed I ile Akçasazın Ağaları ikilemesi arasındaki biçimsel farklılıkları da görünür kılıyor. Aynı zamanda, giderek kitap tanıtımı işlevine sıkışıp kalmış edebiyat eleştirimizin eksikliklerini işaret ediyor sanki. Kaynakça Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir bakış, 2. Cilt, s. 159 Fethi Naci, Yaşar Kemal’in Romancılığı, YKY, İstanbul 2004 Franco Moretti, Mucizevi Göstergeler, Çeviren Zeynep Altıok, Metis Eleştiri, 1. Basım, Aralık 2005, Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yayınevi, 1974, s. 53, Yaşar Kemal, İnce Memed, YKY’da 5. Baskı, İstanbul Şubat 2005, s. 292 Yaşar Kemal, Demirciler Çarşısı Cinayeti, 2. Baskı, YKY, İstanbul 2004 Yaşar Kemal, Yusufçuk Yusuf, YKY, 1. Baskı, Ocak 2004 10