Academia.eduAcademia.edu

JOSEPH CONRAD'IN KARANLIĞIN YÜREĞİ ROMANINDA AFRİKALI İMGESİ

2021, Divandan Zamana

BÖLÜM 3 JOSEPH CONRAD’IN KARANLIĞIN YÜREĞİ ROMANINDA AFRİKALI İMGESİ Arş. Gör. Canan AKBABA24 Arş. Gör. Yusuf AKBABA25 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü, Eskişehir-Türkiye, E-posta: [email protected], 0000-00026650-037X 25 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Eskişehir-Türkiye, E-posta: [email protected], https://orcid.org/00000002-1082-616X. 24 79 80 Divandan Zamana GİRİŞ Latince imago sözcüğünden gelen “image”, fiil olarak düşsel şekilde tasarlamak anlamına gelir. Zihnin, nesnelerin, durumların ve eylemlerin bir görüntüsünü oluşturma yetisini ifade eder. Türkçeye ise “imge” şeklinde geçmiştir. İmge, yazarın kendi duygu ve düşüncelerini çağrışımlar ya da benzetmeler yoluyla ifade etmesidir. Yazar dış dünyadan algıladıklarını kendi değer ve tecrübeleri ile zihninde yeniden şekillendirir. Yazarın zihninde şekillendirdiği bu imgeler, bilinçaltının bir karşılığıdır. Bir imgenin oluşumunda bireysel inançlar ve değerler kadar toplumsal değerler de etkilidir. Çünkü imgeler bireysel olmalarının yanı sıra çoğunlukla kolektif bilincin ürünüdür. Bir imgenin oluşumu, ancak yazarın zihnindeki alt düşünceler ve dış dünyanın yazara empoze ettiği doğrular çerçevesinde şekillenerek kendisine sanatsal yaratılarda gerçeklik alanı bulabilir (Bülbül, 2005: 18; akt., Ulağlı, 2006: 10). İmgebilimin temelini oluşturan neden ise “öteki”ne karşı duyulan bilme ve tanıma merakıdır. Farklı kültür ve ulusların tanınmasıyla toplumlar kendilerinin ne olduğunu öğrenmeye başlar. Karşı kültürle kendini tanımlayan toplumlar kendi karşıtlarını oluşturur. Çünkü imgeler karşıtlarıyla anlam kazanır. Kendini yani “ben”i açıklayabilmek için “öteki”ne ihtiyaç duyar. İmge, sanatın-edebiyatın en işlevsel öğelerinden biri olmakla birlikte tanımlanması, üzerine konuşulması, “ele geçirilmesi” belki de en güç olanıdır. İmge, algılama-duyumsallık ile kavramsallık-tasarım, bilinç ile bilinçdışı, içsellik ile dışsallık, içkinlik ile aşkınlık, mahremiyet ile kamusallık, özgürlük ile etik sorumluluk arasındaki karmaşık, çetrefil, diyalektik ilişkinin iki tarafında da değildir. İki uca aynı kolaylıkla akar, bilincin en temel tutamaklarından olan zamanuzam bağıntısını altüst eder, kendine uyarlar, bu bağıntıyı bir ütopyaya, sürekli bir arayışa dönüştürür (Atakay, 2004: 67). Kalıp yargılardan kaynaklanan kurgu 81 dünyası ile gerçek dünya arasındaki bilinmezi çözmeye çalışan imgebilim için bu kolay bir iş değildir. İstisnaları dışta tutarsak anlatı sanatları, geniş anlamda kurmacaya dayanmaları nedeniyle, “gerçeği” değil, “gerçekdışı” olanı hedefler. Bir başka deyişle, öykü, roman gibi anlatı sanatlarının malzemesi hiçbir zaman, ham var olan değil, estetik süzgeçten geçirilerek zihinde yeniden kurulan bir var olandır. İşte “imge” kavramı, bu oluşumun taşıyıcı öğesidir ve genel anlamda tüm sanatlar “imgeleştirici bir bilinc”in ürünüdür (Kırkoğlu, 2004: 76). Bu çalışmada ilk olarak ırka dayalı ayrımlar ve zıtlıklar üzerine anlatı inşasının tarihi araştırılacaktır. Batı dünyasının geliştirmiş olduğu “öteki” imgesinin özelliklerinin Joseph Conrad’ın Heart of Darkness (Karanlığın Yüreği) eserindeki yansımaları ortaya konacak ve böylece Batı dünyasının Afrikalı Yerlilere karşı geliştirdikleri önyargılar ve nedenleri üzerinde ortaya konmaya çalışılacaktır. Beyaz ve Öteki Renkler Avrupa’nın “öteki”ne dair yarattığı imgeleri anlamak için tarihsel sürece, bilhassa tarih yazımına bakılması önem arz eder. İlk olarak tarihin bir sanat olarak görüldüğü Aydınlanma Çağı’ndaki düşünürlerden bahsedilebilir. Bu dönemde insanı anlamaya yönelik araştırmalara büyük önem verilmiştir. 17. ve 18. yüzyıllarda düşünürler dünyayı karmaşık bir yer olarak görmüşler ve dünyanın yalnızca yönetimde bulunan seçkinler ile açıklanamayacağını savunmuşlardır (Arnold, 2000: 4748). Zira o döneme kadar tarih yazımının başlıca konusu “büyük adamlar” ve devletler olmuştur. Ancak bu bakış açısı insanı anlamaya yönelik düşünce hareketleri ile birlikte değişmiştir. Tarihin coğrafyayla, iklimle, ekonomiyle, toplumun yapısıyla ve farklı halkların özellikleri ile birlikte araştırılması gerektiği fikri ortaya atılmıştır. Dönemin bir diğer özelliği, döngüsel tarih anlayışının yerini insanlık tarihini düz bir çizgi olarak kabul eden sürekli ileri gittiğini varsayan ilerlemeci tarih anlayışının 82 Divandan Zamana almaya başlamasıdır. Buna ek olarak tarih yazımında Tanrının yerini devlet almaya başlamış, modern tarihçiliğin konularının ilk örnekleri verilmiş ve tarih anlatısına “ötekiler” girmiştir. Ancak Avrupalı olmayan halklar bu dönemde genel olarak insanın doğasını anlamak için incelenecek yeni örnekler olarak görülmüşlerdir. Irka dayalı araştırmalar ve tarihin milletlere ayrılması gerektiği düşüncesi esas olarak 19. yüzyılda hâkim olmaya başlamıştır (Akbaba, 2018: 36). 19. yüzyılda tarihin, siyasete hizmet etmesi gerektiği düşüncesi ve devlet merkezli tarih yazımı, insanın doğasını anlamaya yönelik araştırmaların, millî çıkarlara hizmet edecek araştırmalara dönüşmesine olanak sağlamıştır. Örneğin Herder, Rönesans döneminin genellemeci tutumuna karşı çıkmış ve tarihin milletlere ayrılmasından yana olmuştur. Her milletin karakteristik özelliklerinin ayrı olduğu fikrini savunmuştur (Mah, 2002: 146). Klasik Historisizm adı verilen bu süreçte tarihçi Leopoldvon Ranke de Eski Çağ’da dahi Cermen, Kelt, Slav, Latin gibi ulus tiplerinin var olduğunu ileri sürmüştür (Liebersohn, 2002: 168). Filolojik araştırmalara yine bu dönemde önem verilmeye başlamış ve dil akrabalıklarının bilhassa Hint-Avrupa dil ailesinin keşfedilmesi ile birlikte halklar hızla sınıflandırılmıştır. Edward Said bu araştırmaların önemini daha kesin bir biçimde ifade etmiştir. Ona göre filoloji, Doğuluyu bir ırk haline getirmiş ve Avrupa’nın üstünlüğünü kanıtlayan Oryantalizmin temelini atmıştır (Burney, 2012: 39). Romantizm akımının temsilcilerinin yanı sıra pozitivist tarih görüşü de 19. yüzyılda gelişmeye başlamıştır. Irkî vasıflara değinen araştırmalar bunun kanıtıdır. Irk araştırmalarına Sosyal Darwinizm dayanak sağlamıştır. Sosyal Darwinizm, en basit açıklamasıyla Darwin’in kuramının genişletilerek sosyal alana uyarlanmasıdır. Bu teorinin fikir babası Charles Darwin’e göre “Tarih boyunca sayısız aşağı ırk daha uygar ırklar tarafından ortadan kaldırılacaktır.” (Rogders, 1972: 274). İngiliz filozof Herbert Spencer’ın biyolojik evrim üzerine yazarken kullandığı “en güçlünün hayatta kalması” 83 ifadesi de bu kuramın sloganı haline gelmiştir. “Beyaz adam”a ırkî olarak bazı sorumluluklar atfedilmiş ve Batı uygarlığının üstün olduğu varsayılmıştır. Beyaz adamın edindiği başlıca vazife beyaz olmayanları uygarlaştırmaktır. Bununla Batı, Oryantalist bir bakış açısıyla kendisini merkeze yerleştirmiştir. Tarih yazımında zıtlıklar ön plana çıkmış ve uygar-uygar olmayan, Doğulu-Batılı, beyaz-siyah yahut sarı gibi ayrımlar anlatıya hâkim olmuştur. Avrupa’da Pozitivizm ve Sosyal Darwinizm kuramının etkisini artırmasıyla yoğunlaşan ırk tartışmalarının ortasında araştırılmaya devam eden Doğu, artık her manada bir öteki haline gelmiştir. Çalışmaların artması bu alanda bilimsel toplulukların kurulmasına vesile olmuştur. Henry Thomas Colebrook tarafından 1823 yılında kurulan Royal Asiatic Society bunlardan biridir. Royal Asiatic Society’de yapılan çalışmalar, önce Hindistan üzerine olsa da zamanla tüm Asya ve Kuzey Afrika’ya doğru genişlemiştir. Bu alanda yapılan çalışmaların artışının meydana getirdiği bir diğer ürün, 1901 yılında Mezopotamya’dan Japonya’ya kadar geniş bir coğrafyayı araştıran Royal Society for Asian Affairs olmuştur. Londra Üniversitesi bünyesinde, 1916 yılında kurulan School of Oriental and African Studies de aynı konuları ele almıştır. 20. yüzyılda Asya ve Afrika çalışmaları ile ilgilenen okulların ve toplulukların sayısı daha da artmıştır. Pozitivist ve Oryantalist anlatının etkisi kısa zamanda edebiyat alanına da yansımıştır. Konu ile ilgili pek çok deneme yazılmıştır. Bu deneme yazarlarından biri olan, 18. yüzyılda yaşamış Fransız bilim insanı George Louis de Buffon’a göre koyu ya da esmer ten, aşırı sıcak ve soğuğun ve de medeniyetsizliğin neden olduğu bir “bozulma”dır (Buffon, 1801: 83). Immanuel Kant da On the Different Human Races adlı eserinde sırasıyla beyaz, kızıl, siyah ve sarı olmak üzere dört ana ırk tanımlamıştır (Larrimore, 2008: 349; Allais, 2016: 12). Bu dönemde en çok aşağılanan iki topluluk siyah ve sarı tenlilerdir. Örneğin estetik hiyerarşide Moğollar en alt kademededir. Romantik dönemde ve sonrasında Çinliler de sarı derili 84 Divandan Zamana olarak tasvir edilmişler. 19. yüzyılın ortalarında Avrupalı olmayan halklara dair söylemler sertleşmiştir. Örneğin sarı ırktan olduğu kabul edilen halklar, Kayser II. Wilhelm’in ifadesiyle “sarı tehlike” olarak nitelendirilmiştir (Bk. Lyman, 2000: 688). Romanlarda dahi “Asyalı istilacılar” teması işlenmiştir. Örneklerden birini Britanyalı romancı Matthew Shiel The Yellow Danger (Sarı Tehlike) adlı romanıyla vermiştir. Döneminde yankı uyandırmış bir diğer isim, İngiliz deneme yazarı Thomas De Quincey’dir. Quincey’in Confession of an English Opium Eater (1821) adlı eseri, bir doğulu ile karşılaşmasını tasvir etmesi bakımından önem taşır. Eserde anlatılana göre De Quincey’in 1816 yılında yaşadığı eve bir Malay (Kahverengi olarak sınıflandırılan Avustronezyalılar halklara 26 mensup) gelmiş ve kapıya bakan hizmetçisi Barbara Lewthwaite, kapıdaki Malay ile ev halkının görünümleri arasındaki uçuruma şaşırmış ve “aşağıdaki şeytan”ı çıkarması için De Quincey’i aramıştır (Kitson, 2007: 205). De Quincey, ırkî ayrımı, tipolojiyi, soy analizini, ırkî ve kültürel hâkimiyeti her yönüyle kullanmıştır. Dolayısıyla ırk düşüncesinin mucidi olarak görülmektedir. Biyolojik determinizmini daha ileri götürmüş olan De Quincey’in “Malay”ı ötekidir ve neredeyse insan bile değildir. “Malay”, Doğu’yu bir bütün olarak özetlemektedir. Buna göre farklılığın başlıca nedeni fizikseldir. De Quincey tüm Asya’yı kâbus gibi gören bir bakış açısı getirmiştir. Mısır, Hindistan ve Çin, hepsi ıstıraplı ve korkunçtur. Fransız yazar Arthur de Gobineau da “ırkların eşitsizliği” üzerine yazanlardan biridir. 1955 yılında yayımlanan An Essay on the Inequality of the Human Races adlı eserinde beyaz ırkın görünüş, renk ve nitelik yönünden üstün olduğu fikrini ortaya atmış ve hatta zekâ seviyesi araştırmaları ile bu görüşlerini kanıtlamaya çalışmıştır. Afrikalıların düşük zekâlı olduklarını, hatta Moğolların zencilerden bile düşük zekâya sahip olduklarını savunmuştur (Gobineau, 1915: 112). 26 Güneydoğu Asya, Okyanusya ve Doğu Afrika'da yaşayan, Avustronezya olarak adlandırılan bir dili konuşan halklara verilen bir isimdir. 85 Edward Said’in ünlü eseri Orientalism’de belirttiği üzere denizlerin ötesindeki düşman bir “öteki” dünya, yani Asya, Avrupalının hayâl gücü sayesinde sesini duyurabilmiştir (Said, 1979: 56). Bir diğer deyişle, Avrupa’nın hayal gücünde ve imgesinde yer ettiği şekliyle tanınabilmiştir. Bu imgenin mühim ve en çarpıcı örneklerinden biri Joseph Conrad Heart of Darkness (1899) adlı eseridir. Zira dönem Avrupa’sının büyük bir bölümünün benimsediği fikirlerden izler taşımaktadır. Joseph Conrad’ın Hayatı Eserin yazarı Joseph Conrad’ın yaşadıkları anlatısında etkili olmuştur. Kısaca bahsedilecek olursa henüz 15 yaşındayken denizlere açılma isteğini ailesine bildiren Conrad, 17 yaşına geldiğinde Marsilya’ya gider. 1878 yılında ise bir İngiliz gemisinde göreve başlar. Lowestoft ve Newcastle arası seferlerinde İngilizce öğrenir. Bir İngiliz şirketinde kariyerine başlayan Conrad, Doğu’ya birçok sefer yapar. 1886’da kaptan sertifikasını alan Conrad, 1888’de gemiyle ilk görevine başlar. 1890’da ise ilgili eserinde “Karanlığın Yüreği” olarak geçen Kongo Nehri’ne doğru yola çıkar. Fakat bu yolculuk onun bazı hastalıklara yakalanmasına sebep olur. 1895’te ise denizcilik kariyerini bırakarak Almayer’s Folly eseri ile edebiyat hayatına adım atar. Conrad, eserinin basılmasıyla deniz kariyerinden yazarlık kariyerine dönüş yapar. Londra’ya yerleşir ve bir İngiliz kadınla evlenir. Bir Polonyalının oğlu olan Conrad, denizci, yazar ve son olarak da bir İngiliz roman yazarı olur. Uzun bir süre deniz üzerine eserler veren bir yazar olarak görülür. Gittikçe eserlerinde daha fazla deniz ve gemi hayatını ya da Uzakdoğu şehirlerini, insan tecrübelerindeki derin ahlakî hırsların keşfedilmesi anlamında kullanır. İngiliz yazınının büyük bir üstadı olan Conrad, İngilizceyi öğrendiğinde 21 yaşındadır ve hayatının sonuna kadar belirgin bir yabancı aksanıyla konuşmuştur (Abrams, 1996: 2203-2204). Karanlığın Yüreği’ne Bir Yolculuk Karanlığın Yüreği’nde imgenin daha önce sayılan özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü Batı dünyasının 86 Divandan Zamana daha önceden sahip olduğu imgelere yenilerini de ekleyerek kaleme aldığı bu eserde kendi toplumunun anlayışını okura sunmuştur (Achebe, 1988: 39-40). Yazarın bir Afrika ülkesi olan Kongo’yu seçmesi, üzerinde durulması gereken bir konudur. Yer altı ve yer üstü kaynakları açısından zengin bir ülke olan Kongo, Batı’da sömürgeci düşüncenin gelişmesiyle ve de farklı kültürlere duyulan ilginin artmasıyla dikkat çeken bir ülke haline gelmiştir. Batı dünyasına göre Doğu’ya dair bilginin maddi temeli coğrafyaydı. Doğu’nun tüm örtük ve değişmez ayırıcı özellikleri, kendi coğrafyası üzerinde yükselmiş ve tüm Doğu coğrafyasına kök salmıştı. Dolayısıyla coğrafya bir yandan Doğu’nun sakinlerini besliyor ve ayırıcı özelliklerini güvence altına alıyordu, bir yandan da Batı’nın ilgisini çekiyordu. Ancak coğrafya merakı, anlamaya, tespit etmeye, açığa çıkarmaya yönelik epistemolojik bir itki olduğu için tarafsızlığı da beraberinde getirebilirdi. Karanlığın Yüreği’nde Marlow’un itiraf ettiği harita tutkusu bunun bir örneğidir (Said, 1999: 228). “Küçükken haritalara karşı büyük bir tutkum vardı. Saatlerce Güney Amerika’ya, Afrika’ya Avustralya’ya bakar, keşiflerin heyecanıyla kendimi kaybederdim. Dünya üzerinde o zamanlar pek çok boş alan vardı; ben de haritada özellikle davetkâr bir yer görünce (gerçi o zaman her yer gözüme böyle görünüyordu ya) parmağımı üzerine koyup, büyüyünce buraya gideceğim derdim (Conrad, 2013: 33-34).” Alıntılardan da anlaşılacağı üzere Batı her zaman bilinmeyene ilgi duymuştur. Eserde de Batı’nın ilgisi Kongo üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat bundaki en büyük etken oralara gidip hem bilme merakını gidermek hem de gittiği yerdeki zenginliklerden faydalanmaktır. Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği adlı eserini kendi yaşadığı tecrübelerden yararlanarak kaleme alır. Marlow gibi Conrad da Afrika’nın kalbini görmek için can atan bir 87 çocuktur. Yaklaşık 9 yaşındayken Afrika haritasına bakıp parmağını sırrı çözülmeyen kıtaya koyup kendinden emin bir şekilde büyüyünce oraya gideceğini söyler. Brüksel’de yaşayan bir yakını tarafından Kongo Nehrine gidecek olan bir gemide işe alınır (Abrams, 1996: 2204). Hikâye’nin hakikî “gerçekler”i, Conrad’ın 1890’da Almayer’s Folly adlı kitabı yazmaya başladıktan sonra Marlow’un seyahatini andırırcasına Kongo’ya yaptığı bir geziden çıkmıştır. Bu seyahat, Marlow’unki kadar dehşetli ve ürkütücüdür. Örneğin Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ndeki gemisinde ölen Mr. Kurtz, gerçekte Conrad’ın Stanley Şelâlesinde gemisine aldığı Georges-Antoine Klein’dir. Conrad da sonunda hastalanmış ve bu hâdise onun denizcilik hayatına son vermiştir (Lass, 1995: 107). Ayrıca bu Kongo tecrübesi, düş gücünü aklından çıkmamak üzere sürekli olarak etkisi altına almıştır. Karanlığın Yüreği’nin kâbus atmosferi, Conrad’ın bu travmatik tecrübesine bir cevap sayılabilir (Abrams, 1996: 2205). Kısaca belirtmek gerekirse eser Conrad’ın bilinçaltının bir ürünüdür. Yazar gidip gördüğü topraklar ve Afrikalılar ile ilgili görüşlerini esere aktarmıştır. Otobiyografik özellikler taşıyan bu eserde yazarın hem önceden sahip olduğu hem de kendi edindiği imgeler yer almaktadır. Conrad bu eserinde okurlarına onlarca Avrupa sömürgesine bölünmüş bir Afrika’dan başka bir şey tahayyül etme imkânı tanır. Conrad’ın yazdığı dönemde Avrupa’nın Afrika’da ve başka yerlerde muazzam bir insan kaybı pahasına sürdürdüğü sistemli şiddeti gözler önüne serer (Said, 2010: xvii). Eser boyunca beyazların orada bulunma nedenleri sorgulanır. Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness) adlı romanında olaylar tecrübeli bir denizci olan Marlow’un bir akşam Thames Nehri üzerinde bir gezinti gemisinde arkadaşlarına “Karanlığın Yüreği”ne, Kongo Nehri’ne yaptığı yolculuğu anlatmasıyla başlar. Olaylar Afrika’da fildişi ticaretinin en üst düzeyde olduğu, yani sömürgenin fazlasıyla yoğun yaşandığı bir dönemde geçer. Belçika’nın bir sömürgesi olan Kongo, başlıca rakipler arasındaki çekişmeyi önlemek için sözde bir kralın eline 88 Divandan Zamana yani II. Leopold’a bırakılır. Böylece karşılığında hiçbir şey verilmeden Kongo ülkesi sömürülür. Yağmaladıkları ülkeyi hiç sevmeyen sömürgeciler, Kongoluları kölelikten de beter bir hale sokar. Onları döver, işkence eder ve korkunç bir tutsaklık altına alır. Bu işkenceler o kadar dayanılmaz boyutlara varır ki kral ülkeyi Belçika’ya satar (Luraghi, 2000: 237-238). Bu amaçlardan habersiz sadece macera arzusuna kapılan Marlow halasının aracı olmasıyla küçüklüğünden beri görmek istediği Kongo’ya gitme fırsatını yakalar. Bir Fransız gemisi ile yola çıkan Marlow, Afrika sahilleri boyunca yol alır. Fakat buralarda gördükleri hiç de görmeyi beklediği şeyler değildir. Şirkete varan Marlow sefil halde yaşayan Yerlileri görür. Hepsi, kendi ülkelerinin sömürülmesinde köle gibi kullanılır. Eserin ilerleyen bölümlerinde de yerli halkın fildişi uğruna nasıl ezildiği, çağdışı görülmesi ve sömürülmesi anlatılır. Marlow’un asıl görmek istediği kişi ise Kurtz’dur. Her gittiği yerde Kurtz hakkında konuşulur. Bir şirketin temsilcisi olan Kurtz en çok fildişi gönderen temsilcidir. Bu yüzden diğer temsilciler tarafından da sevilmeyen biridir. Kurtz’u gördüğü zaman Marlow, karışık, müphem hislerle doludur. Bir taraftan ondan fildişi yağmacılığından başka bir şey düşünmeyen ve buna da medeniyet ve gelişme gibi tatlı bir isim veren sathî bir egomanyak olarak tiksinirken, öte yandan da onun, bir zamanlar büyük tarafları olduğunu idrak eder (Lass, 1995:105). Annesi yarı İngiliz, babası yarı Fransız olan Marlow bize “Kurtz’un meydana çıkmasında bütün Avrupa’nın katkısı oldu” diyor; gerçekten de Kurtz, 19. asırda Afrika’yı yağma eden ve bu açgözlülüğünü idealizm kisvesi altında gizlemek isteyen sömürü şehvetinin temsilcisidir (Lass, 1995:107). Aslında Kurtz eserde yağmacı ve sömürgeci Avrupa’nın bir prototipidir. Conrad, Kurtz’un yağma serüveni ve Marlow’un yolculuğu ile anlatının ortak bir izleği olduğunu göstermek ister: Bu izlek, Avrupalıların Afrika’da (ya da 89 Afrika konusunda) gerçekleştirdikleri emperyal efendilik ve iradedir (Said, 1998: 64). Bu emperyal irade altında Kurtz, Uluslararası Vahşi Gelenekleri Yok Etme Derneği için bir rapor hazırlar, raporun sonunda söylediği bir cümleyle yerli halka karşı olan düşmanca tavrını gösterir: ‘Bütün hayvanların kökünü kazıyın’ (Conrad, 2013: 100). Alıntıda görüldüğü gibi beyaz adamlar tarafından siyahlar sadece yok edilmesi gereken bir hayvan gibidir. Böylece hem elde etmek istedikleri hammaddeye daha kolay ulaşabilecekler hem de medeniyete bu kadar uzak kalan ve aynı renkte olmayan insanların yaşam hakkı ellerinden alınacaktır. Kurtz’un çalıştığı bölgede etrafı dolaşan Marlow’un gözüne uzaktan bir şeyler çarpar. Karşıdan süs eşyası gibi duran şeylerin yakından bakınca aslında Kurtz tarafından tahta kazıklara çakılmış yerli halkın kafatasları olduklarını görür. “Bu yuvarlak toplar süsleme değil, semboldü; etkileyici ve kafa karıştırıcıydılar, çarpıcı ve rahatsız edici… Yüzleri eve çevrili olmasaydı, kazıklara çakılmış o kafalar çok daha etkileyici olabilirlerdi. İlk gördüğüm kafaya geri döndüm oradaydı işte, kara, kurumuş, çökmüş, gözkapakları inik- direğin tepesinde uyuyan bir kafa gibiydi, büzüşmüş dudaklarının arasından görünen dişlerin oluşturduğu ince, beyaz çizgi ile gülümsüyordu da; o ebedi uykuda gördüğü keyifli ve sonsuz rüyaya aralıksız gülümsüyordu (Conrad, 2013: 111).” Marlow, Kurtz’un bu insanlık dışı davranışını onun türlü tutkularını tatmin ederken kendini denetleyemeyip eksik taraflarını şiddet eğilimiyle tamamlaması olarak görür. Ayrıca Yerliler Kurtz’a o kadar hayran ve o kadar onun etkisi altındadırlar ki onun sözünden asla çıkmazlar ve sanki ona taparlar (Conrad, 2013: 111-112). Bu noktada Kant, siyahlar ve beyazlar arasındaki farkların sadece renk farkından kaynaklanmadığını, asıl olarak siyahların ve beyazların düşünsel farklılıklarından kaynaklandığını söyler. Siyahların düşünsel yeteneklerinin gelişmediği 90 Divandan Zamana gibi dinlerinin de ilkel olduğunu ve bir puta, inek boynuzuna, kutsanmış bir tüye tapınmayı din saydıklarını belirtir. Bu sözler, Oryantalizmin düşünsel kökenlerini açıkça ortaya koyar (Kula, 2010: 54). Görüldüğü üzere beyazların etkisi o kadar büyüktür ki neredeyse siyahları kendilerine tapacak konuma getirme konusunda başarılı olmuşlardır. “Kurtz’un oradaki nüfuzu olağanüstüydü. Etraf Yerlilerin kamplarıyla doluydu, şefleri her gün gelip Kurtz’u görüyordu. Önünde yerlere kapanıyorlardı… (Conrad, 2013: 112).” Bu alıntıdan anlaşılacağı üzere Batı emperyal gücünü Yerlilere kabul ettirmiştir ve onlara adeta diz çöktürmüştür. Bununla birlikte, Kurtz ile Marlow’un konuşmaları tümüyle beyaz Avrupalıların siyah Afrikalılar üzerindeki emperyal efendiliği üstünedir (Said, 1998: 72) Öyle ki, Kurtz’un “Sadece irademizi ortaya koyarsak sağlayacağımız iyilikler için sınırsız güç elde edebiliriz” (Conrad, 2013:99) cümlesinden beyaz adamların siyah adamlar üzerindeki güçlü hegemonyasını ve bu hegemonyayı kullanarak çıkarlarını hiçbir sorunla karşılaşmadan iyi işleyen planlarıyla koruduklarını görebiliriz. Yaptıkları şeyin görünürde sömürü olmasına karşın kendilerini bir sömürgeci olarak görmezler. Fakat Marlow kendilerinden farklı bir ten rengine ve farklı fiziksel özelliklere sahip olduğu için siyahlara yapılan bu kanlı kıyımı şu sözleriyle dile getirir: “Sömürgeci değillermiş; sadece yönetimleri disiplinliymiş diye düşünüyorum. Fatihtiler, bunun için yalnızca vahşi güç gerekir, bunun da övünülecek bir yanı yoktur, çünkü gücünüz başkalarının zayıflığından kaynaklanan bir şeydir. Sırf ortada sahip olunacak bir şeyler var diye her şeyi kapmaya çalıştılar. Kanlı bir soygundu yaptıkları, geniş çaplı bir kıyım, gözlerini karartıp girişiyorlardı bu işlere; karanlıkla cebelleşenlerden de beklenen budur zaten. Dünyanın fethi, ki bu genellikle toprağın, farklı bir ten rengine, nispeten daha basık burunlara sahip olanların elinden alınması anlamına gelir, aslında üzerine kafa 91 yorulduğunda pek de hoş bir şey değildir (Conrad, 2013: 32).” Marlow siyahlara yapılanları haklı görmez, fakat onların da kendilerini yönetecek güçte olduklarını düşünmez. Conrad da eserinde Batı emperyalizminin egemenlik kurma ve toprak gaspı eylemini kabul etse de bundan Yerlilerin emperyalizmin sona ermesiyle de özgür olabileceklerini düşünmez. Yerlileri köleleştiren sistemi eleştirse de Yerlilere özgürlük tanımaz (Said, 1998: 7374). Batı’nın Kongo için bu kadar açgözlü olmasının nedeni ise fildişi ticaretini kendi hâkimiyeti altına almaktır. Marlow, “‘Fildişi’ sözü havada yankılanıyor, fısıldanıyor, iç çekmelere neden oluyordu. Fildişine tapıyorlar sanırdınız. Aptalca bir açgözlülük havası, ceset kokusu gibi yayılmıştı ortalığa” (Conrad, 2013: 57) derken, o kadar uzakta olan bir başka ülkenin neden bu kadar yol alıp kendine göre daha ilkel gördüğü bu topraklara sadece medeniyet getirme bahanesinin yeterli ve gerçekçi olmadığını göstermek ister. Kendi çıkarları için köleleştirdiği ve sömürdüğü siyahları (Yerlileri) ilkel, eğitimsiz ve cahil olarak görürüler. Hatta daha da ileri giderek vahşi olarak nitelendirdiği bir siyahı köpekle eş tutar. Ona göre bir yerlinin yapması gereken şey sadece ilkel bir yerlinin yaptığı gibi tepinmek ve el çırpmak olmalıdır. “Ara sıra da ateşçilik yapan vahşiye göz kulak olmam gerekiyordu. Türünün gelişmiş bir örneğiydi; dikey bir kazanı ateşleyebiliyordu. Tam altımda duruyordu ve diyebilirim ki ona bakmak, ancak şu gösterilerde arka ayakları üzerinde yürüyen, golf pantolonlu, tüylü şapkalı köpekleri izlemek kadar eğiticiydi. Burada ağır işler yapmak, böyle yeni bir büyüye tutulmuşçasına bilgisini artırmaya çalışmak yerine, kıyıda el çırpıyor, tepiniyor olması gerekirdi (Conrad, 2013: 79).” Afrikalı Yerlilere yüklenen bir başka olumsuz imge ise onların aç kaldığında insan yeme eğilimleridir. Gemide 92 Divandan Zamana erzak sıkıntısı çektikleri bir gün siyahîlerin yarı pişmiş hamura benzeyen bir şey yediklerini gören Marlow, “Tüm kemiren açlıklarının kötülüğü ile neden bize saldırıp -otuza karşı beş kişiydik- tıka basa karınlarını doyurmadıklarına hâlâ şaşıyorum” diye düşünür (Conrad, 2013: 86). Verilen örneklerde de görüldüğü üzere Afrikalı Yerliler Batılı yani modern olanın karşıtı olarak vardır. Modern olanla geleneksel olan arasında kurulan modernizasyoncu iki kutuplu görüşü niteleyen özcülüğün bir sonucu olarak öteki ne olduğundan çok ne olmadığıyla tanımlanır. Varoluş şekli, modern ben’in sahip olduğu her şeyin eksikliğini gösteren bir kültürel nesneyi oluşturur (Keyman vd, 1996: 76). Esere bakıldığında ise modern olarak tanımlanan beyazların karşısında onların tam karşıtı yani öteki olan siyahlar vardır. Siyahların ne olduklarından çok ne olmadıkları üzerinde durulur. Ancak onların ne olmadıkları çok açıktır. Onlar beyaz, modern ve eğitimli bir Batılı değildir. Eserin ilerleyen bölümlerinde şirketine varmakta olan Marlow patikada ilerlerken sıra halinde zincirlerle bağlanmış Yerliler görür. Açlıktan ve yorgunluktan halsiz düşen Yerliler o kadar acınacak haldedir ki, bu insanların suçlu olarak adlandırılmalarına anlam veremez. “Arkamdan gelen hafif bir şıngırtıya dönüp baktım. Altı zenci sıra olmuş patikayı çıkıyorlardı. Başlarındaki toprak yüklü sepetleri dengede tutmaya çalışarak, ağır ağır, dimdik yürüyorlardı; adımları, çıkan şıngırtıyla uyum içindeydi. Bellerine bağladıkları paçavraların arkadan sarkan uçları kuyruk gibi ileri geri sallanıyordu. Kaburgaları tek tek sayılıyordu; kollarındaki ve bacaklarındaki eklem yerleri, bir ipin üzerine atılmış düğümler gibiydi; her birinin boynunda demirden birer tasma vardı, birbirlerine zincirle bağlanmışlardı, o ritmik şıngırtı işte bu aralarında salınan zincirden geliyordu. Uçurumdan gelen ikinci patlama sesi bana o kıtayı bombalayan savaş gemisini hatırlattı. Aynı uğursuz ses; oysa bu adamları 93 düşman olarak tasavvur etmek mümkün değildi. Bunlara suçlular deniyordu; adaletin öfkesi şarapnel parçaları gibi onları denizden gelen çözülmez bir muammayla vurmuştu (Conrad, 2013: 45-46).” Alıntıda görüldüğü üzere köle gibi kullanılan bölgenin Yerlilerine düşman gibi davranılmaktadır. Çünkü Batı dünyasına göre onlar suçlulardır. Boyunlarına tasma vurulan ve zincirle bağlanan bu insanlar büyük bir zulüm altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. Girdiği yolda ilerleyen Marlow, daha ilginç görüntülerle de karşılaşır. Ağaçların arasına uzanmış kara siluetler görür. Ne düşman ne de suçlu olan bu insanlar, ölmek üzere bir kenara çekilen Yerlilerdir. Avrupa’nın sömürdüğü Yerliler, artık işe yaramaz bir duruma geldiklerinde sadece ölmelerine izin verilir. “Yavaş yavaş ölüyorlardı, bu çok açıktı. Düşman değillerdi, suçlu da değillerdi, ama bu dünyayla bir alâkaları kalmamıştı. Bulanık zihinleriyle yeşilimsi karanlığın içinde uzanan, hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden ibarettiler artık. … hasta düşüp iş göremez hale gelince de sürünerek buraya gelmelerine, dinlenmelerine izin verilmişti (Conrad, 2013: 48).” Açlıktan, köle gibi çalışmaktan yorgun düşen, neredeyse kemikleri sayılacak hale gelmiş siyahîlerden yaratık diye bahsetmesi beyaz insanların gözünde onların hiçbir zaman insan yerine konamayacağının bir göstergesidir. “Dehşet içinde donup kalmıştım ki, bu yaratıklardan biri, elleri ve ayakları üzerinde doğruldu, su içmek için emekleyerek nehre doğru ilerlemeye koyuldu.” (Conrad, 2013: 49). Batılılar, siyahîleri insan gibi görmemelerinin yanı sıra onları zamanın başlangıcına ait olarak görürler (Conrad, 2013: 85). Hatta Marlow daha da ileri giderek “Kara sahrada bir avuç kum kadar değeri olmayan bir vahşiye özlem duymam size tuhaf gelebilir, ama onun ne işe yaradığını görmüyor musunuz? Dümendeydi; aylarca 94 Divandan Zamana arkamda durdu, bir yardımcı, bir araçtı.” (Conrad, 2013: 100) sözleriyle vahşi diye nitelendirdiği bir yerliyle sadece çıkara dayalı araçsal bir ilişki kurulabileceğini belirtir. Çünkü siyahlar, beyazların emri altındadır ve sadece onların işlerini yapmak ve hizmetlerini görmekle görevlidirler. Aralarındaki bağ sadece siyahların beyazlara hizmet etmeleri ile sınırlıdır. Şirkete varmadan önce Yerlilerin mızrak saldırısına maruz kalan Marlow’a müdür: “Düdüğün bir ötüşü, silahlarınızın hepsinden daha çok işe yarayacaktır. Dedim ya, basit insanlar onlar.” (Conrad, 2013: 104) diyerek basit insan diye tanımladığı Yerlilere karşı savunma yöntemi olarak buhar düdüğü kullanmasını tavsiye eder. Marlow’a göre Batı’nın gittiği toprakları sömürmesi ve insan gibi görmedikleri Yerlileri köleleştirmesi sıradan bir durumdur. Her ne kadar yapılan zulmü haklı görmese de yine de kendisiyle onlar arasında bağ kurmaktan kaçınır. Çünkü o da bir beyazdır ve sahip olduğu kolektif bilinç onun bu bağı kurmasına engeldir. Öyle ki Yerlilerin de kendileri gibi insan olabileceklerini düşünmesi bile ona iğrenç gelir. “Dünya, bildiğimiz dünya değildi. Yenilmiş bir canavarın prangalanmış haline bakmaya alıştırılmıştık, oysa orada gerçekten dev gibi ve özgür bir şeydi baktığımız. Esrarengizdi, insanlar da öyle; yok, hayır, onlar insanlık dışı değillerdi. Siz de bilirsiniz, en kötüsü budur; onların insan olup olmadıklarına kuşkuyla yaklaşmak. Ağır ağır gelir üstünüze bu kuşku. Ulur, hoplayıp durur, fırıl fırıl döner, suratlarını berbat şekillere sokarlardı, ama yine de en korkutucu şey, onların insanlıklarını düşünmekti; kendi insanlığınız gibi; bu vahşi ve tutkulu patırtıyla uzak akrabalığınızı düşünmek. İğrenç! (Conrad, 2013: 78).” 95 SONUÇ Sonuç olarak Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı eseri Afrika’daki Avrupalıların tutumlarını emperyalizm, sömürgecilik ve ırkçılık temelinde tasvir etmesiyle önemi haizdir. Avrupalıların koloni faaliyetlerinin zaman içerisinde nasıl ırkçılığa dönüştüğünü gözler önüne serer. Yapılan alıntı ve açıklamalardan anlaşılacağı üzere Batı dünyası kendine göre daha farklı bir ten rengine sahip olan Afrikalı Yerlilerin topraklarına çeşitli bahanelerle el koymuş ve uzun yıllar boyunca onları sömürmüştür. Sadece sömürmekle kalmayıp onları kendilerinden daha aşağı görüp küçümsemiş ve de basit insanlar hatta yaratıklar olarak nitelendirmiştir. Çünkü onlar beyaz değildir ve Batı’dan gelenler gibi bir medeniyete sahip değildir. Bu yüzden de cahil, eğitimsiz ve de görgüsüz insanlar olarak görülmüşlerdir. Bilhassa 19. yüzyıl ırkçı söylemlerin arttığı ve hem edebiyat hem de tarih alanında yaygınlaştığı bir dönem olmuştur. Siyasi amaçlar ve ekonomik kazanç hırsıyla uzun yıllar silinmeyecek olan Afrikalı imgesinin temelleri atılmıştır. Conrad’ın eseri bu imgenin ne kadar etkili olduğunu ve davranışlara yansıdığını gösterir. Aynı zamanda ırkçılığın ve sömürgeciliğin bu denli yaygın olduğu ve normal görüldüğü bir dönemde çarpıcı örneklerle üstü kapalı eleştiriler yapması da onu çağdaşlarından ayırmaktadır. Neticede tarihsel ve sosyolojik konjonktürün bilincinde olan Conrad Avrupalı kolonicilerin Afrikalıları vahşi buldukları için onların eski inançlarını ve davranışlarını yok etmeye çalışırlarken kendilerinin acımasız olup vahşileştiklerini ima etmiştir. Eleştirilerin açık bir karşı çıkış yahut protesto biçiminde olmadığı da belirtilmelidir. Conrad’ın ırkçılık ve sömürgecilik hakkındaki tutumu eserindeki Marlow karakterinin şahsında somutlaşmıştır. Ancak Conrad bazı yazarların yazdığı gibi ırkçı olarak nitelendirilemez. Conrad’ın, ırkçılığın ve Afrikalı imgesinin kök saldığı bir dönemin ideoloji ve fikir dünyası içerisinde yetiştiği göz önünde bulundurulmalıdır. 96 Divandan Zamana KAYNAKÇA Abrams, M. H. (ed). (1996). The Norton Anthology, English Literature, The Major Authors. (6th Edition), New York: W. W. Norton & Company Inc. Achebe, Chinua. (1988). An Image of Africa: Racism in Conrad's 'Heart of Darkness, Londra: Routledge. Akbaba, Yusuf. (2018). Türkiye’de Eski Türk Tarihçiliği, İstanbul: Yazıgen Yayınları. Allais, Lucy. (2016). Kant’s Racism, Philosophical Papers, c. 45, S. 1-2, s. 1-36. Arnold, John. (2000). History: A Very Short Introduction, New York: Oxford University Press. Atakay, Kemal. (2004). İmge, Kitap-lık, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, S. 74, s. 67-73. Burney, Shehla. (2012). Orientalism: The Making of the Other, Counterpoints, S. 417, s. 23-39. Conrad, Joseph. (2013). Karanlığın Yüreği, (Çev. Ali Kayalar), İstanbul: Bordo Siyah Yayınevi. De Gobineau, Arthur. (1915). The Inequality of Human Races, Londra: William Heineman. Keyman, Fuat; Mutman, Mahmut; Yeğenoğlu, Meyda (der.). (1996). Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, (1. Baskı), İstanbul: İletişim Yayınları. Kırkoğlu, Serdar Rıfat. (2004). Anlatı Sanatının Olmazsa Olmazı: İmge, Kitap-lık, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, S. 74, s. 76-77. Kitson, Peter. (2007). Romantic Literature, Raceand Colonial Encounter, New York: Palgra ve Macmillan. Kula, Onur Bilge. (2010). Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İmgesi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Larrimore, Mark. (2008), Antinomies of Race: Diversity and Destiny in Kant, Patterns of Prejudice, c. 4, S. 5, s. 341-363. 97 Lass, Abraham H. (1995). 100 Büyük Roman 3, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Liebersohn, Harry. (2002). German Historical Writing from Ranke to Weber: The Primacy of Politics, A Companion to Western Historical Thought, Massachusetts: Blackwell. Luraghi, Raimondo. (2000). Sömürgecilik Tarihi, (Çev. Halim İnal), İstanbul: E Yayınları. Lyman, Stanford. (2000). The ‘Yellow Peril’ Mystique: Origins and Vicissitudes of a Racist Discourse, International Journal of Politics, Culture and Society, c. 13, S. 4, s. 683-747. Mah, Harold. (2002). German Historical Thought in the Age of Herder, Kant, and Hegel, A Companion to Western Historical Thought, Massachusetts: Blackwell. Rodgers, James Alan. (1972). Darwinism and Social Darwinism, Journal of History Ideas, c. 33, S. 2, s. 265-280. Said, Edward. (1979). Orientalism, New York: Vintage Books. Said, Edward. (1998). Kültür ve Emperyalizm, (Çev. Necmiye Alpay), İstanbul: Hil Yayınları. Said, Edward. (1999). Şarkiyatçılık Batı’nın Şark Anlayışları, (Çev. Berna Ülner), İstanbul: Metis Yayınları. Said, Edward. (2010). Joseph Conrad ve Otobiyografide Kurmaca, (Çev. Ferit Burak Aydar), İstanbul: Agora Kitaplığı. Ulağlı, Serhat. (2006). İmgebilim “Öteki”nin Bilimine Giriş, Ankara: Sinemis Yayınları. 98 Divandan Zamana