BÖLÜM 3
JOSEPH CONRAD’IN KARANLIĞIN YÜREĞİ
ROMANINDA AFRİKALI İMGESİ
Arş. Gör. Canan AKBABA24
Arş. Gör. Yusuf AKBABA25
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Karşılaştırmalı
Edebiyat Bölümü, Eskişehir-Türkiye, E-posta:
[email protected], 0000-00026650-037X
25 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
Eskişehir-Türkiye, E-posta:
[email protected], https://orcid.org/00000002-1082-616X.
24
79
80
Divandan Zamana
GİRİŞ
Latince imago sözcüğünden gelen “image”, fiil olarak
düşsel şekilde tasarlamak anlamına gelir. Zihnin,
nesnelerin, durumların ve eylemlerin bir görüntüsünü
oluşturma yetisini ifade eder. Türkçeye ise “imge”
şeklinde geçmiştir.
İmge, yazarın kendi duygu ve düşüncelerini çağrışımlar
ya da benzetmeler yoluyla ifade etmesidir. Yazar dış
dünyadan algıladıklarını kendi değer ve tecrübeleri ile
zihninde
yeniden
şekillendirir.
Yazarın
zihninde
şekillendirdiği bu imgeler, bilinçaltının bir karşılığıdır.
Bir imgenin oluşumunda bireysel inançlar ve değerler
kadar toplumsal değerler de etkilidir. Çünkü imgeler
bireysel olmalarının yanı sıra çoğunlukla kolektif bilincin
ürünüdür. Bir imgenin oluşumu, ancak yazarın zihnindeki
alt düşünceler ve dış dünyanın yazara empoze ettiği
doğrular çerçevesinde şekillenerek kendisine sanatsal
yaratılarda gerçeklik alanı bulabilir (Bülbül, 2005: 18;
akt., Ulağlı, 2006: 10).
İmgebilimin temelini oluşturan neden ise “öteki”ne karşı
duyulan bilme ve tanıma merakıdır. Farklı kültür ve
ulusların tanınmasıyla toplumlar kendilerinin ne
olduğunu öğrenmeye başlar. Karşı kültürle kendini
tanımlayan toplumlar kendi karşıtlarını oluşturur.
Çünkü imgeler karşıtlarıyla anlam kazanır. Kendini yani
“ben”i açıklayabilmek için “öteki”ne ihtiyaç duyar. İmge,
sanatın-edebiyatın en işlevsel öğelerinden biri olmakla
birlikte tanımlanması, üzerine konuşulması, “ele
geçirilmesi” belki de en güç olanıdır.
İmge, algılama-duyumsallık ile kavramsallık-tasarım,
bilinç ile bilinçdışı, içsellik ile dışsallık, içkinlik ile
aşkınlık, mahremiyet ile kamusallık, özgürlük ile etik
sorumluluk arasındaki karmaşık, çetrefil, diyalektik
ilişkinin iki tarafında da değildir. İki uca aynı kolaylıkla
akar, bilincin en temel tutamaklarından olan zamanuzam bağıntısını altüst eder, kendine uyarlar, bu
bağıntıyı bir ütopyaya, sürekli bir arayışa dönüştürür
(Atakay, 2004: 67). Kalıp yargılardan kaynaklanan kurgu
81
dünyası ile gerçek dünya arasındaki bilinmezi çözmeye
çalışan imgebilim için bu kolay bir iş değildir.
İstisnaları dışta tutarsak anlatı sanatları, geniş anlamda
kurmacaya dayanmaları nedeniyle, “gerçeği” değil,
“gerçekdışı” olanı hedefler. Bir başka deyişle, öykü,
roman gibi anlatı sanatlarının malzemesi hiçbir zaman,
ham var olan değil, estetik süzgeçten geçirilerek zihinde
yeniden kurulan bir var olandır. İşte “imge” kavramı, bu
oluşumun taşıyıcı öğesidir ve genel anlamda tüm
sanatlar “imgeleştirici bir bilinc”in ürünüdür (Kırkoğlu,
2004: 76).
Bu çalışmada ilk olarak ırka dayalı ayrımlar ve zıtlıklar
üzerine anlatı inşasının tarihi araştırılacaktır. Batı
dünyasının
geliştirmiş
olduğu
“öteki”
imgesinin
özelliklerinin Joseph Conrad’ın Heart of Darkness
(Karanlığın Yüreği) eserindeki yansımaları ortaya
konacak ve böylece Batı dünyasının Afrikalı Yerlilere
karşı geliştirdikleri önyargılar ve nedenleri üzerinde
ortaya konmaya çalışılacaktır.
Beyaz ve Öteki Renkler
Avrupa’nın “öteki”ne dair yarattığı imgeleri anlamak için
tarihsel sürece, bilhassa tarih yazımına bakılması önem
arz eder. İlk olarak tarihin bir sanat olarak görüldüğü
Aydınlanma Çağı’ndaki düşünürlerden bahsedilebilir. Bu
dönemde insanı anlamaya yönelik araştırmalara büyük
önem verilmiştir. 17. ve 18. yüzyıllarda düşünürler
dünyayı karmaşık bir yer olarak görmüşler ve dünyanın
yalnızca
yönetimde
bulunan
seçkinler
ile
açıklanamayacağını savunmuşlardır (Arnold, 2000: 4748). Zira o döneme kadar tarih yazımının başlıca konusu
“büyük adamlar” ve devletler olmuştur. Ancak bu bakış
açısı insanı anlamaya yönelik düşünce hareketleri ile
birlikte
değişmiştir.
Tarihin
coğrafyayla,
iklimle,
ekonomiyle, toplumun yapısıyla ve farklı halkların
özellikleri ile birlikte araştırılması gerektiği fikri ortaya
atılmıştır.
Dönemin bir diğer özelliği, döngüsel tarih anlayışının
yerini insanlık tarihini düz bir çizgi olarak kabul eden
sürekli ileri gittiğini varsayan ilerlemeci tarih anlayışının
82
Divandan Zamana
almaya başlamasıdır. Buna ek olarak tarih yazımında
Tanrının yerini devlet almaya başlamış, modern
tarihçiliğin konularının ilk örnekleri verilmiş ve tarih
anlatısına “ötekiler” girmiştir. Ancak Avrupalı olmayan
halklar bu dönemde genel olarak insanın doğasını
anlamak için
incelenecek
yeni örnekler olarak
görülmüşlerdir. Irka dayalı araştırmalar ve tarihin
milletlere ayrılması gerektiği düşüncesi esas olarak 19.
yüzyılda hâkim olmaya başlamıştır (Akbaba, 2018: 36).
19. yüzyılda tarihin, siyasete hizmet etmesi gerektiği
düşüncesi ve devlet merkezli tarih yazımı, insanın
doğasını anlamaya yönelik araştırmaların, millî çıkarlara
hizmet edecek araştırmalara dönüşmesine olanak
sağlamıştır. Örneğin Herder, Rönesans döneminin
genellemeci tutumuna karşı çıkmış ve tarihin milletlere
ayrılmasından yana olmuştur. Her milletin karakteristik
özelliklerinin ayrı olduğu fikrini savunmuştur (Mah,
2002: 146). Klasik Historisizm adı verilen bu süreçte
tarihçi Leopoldvon Ranke de Eski Çağ’da dahi Cermen,
Kelt, Slav, Latin gibi ulus tiplerinin var olduğunu ileri
sürmüştür (Liebersohn, 2002: 168).
Filolojik araştırmalara yine bu dönemde önem verilmeye
başlamış ve dil akrabalıklarının bilhassa Hint-Avrupa dil
ailesinin
keşfedilmesi
ile
birlikte
halklar
hızla
sınıflandırılmıştır. Edward Said bu araştırmaların
önemini daha kesin bir biçimde ifade etmiştir. Ona göre
filoloji, Doğuluyu bir ırk haline getirmiş ve Avrupa’nın
üstünlüğünü kanıtlayan Oryantalizmin temelini atmıştır
(Burney, 2012: 39).
Romantizm akımının temsilcilerinin yanı sıra pozitivist
tarih görüşü de 19. yüzyılda gelişmeye başlamıştır. Irkî
vasıflara değinen araştırmalar bunun kanıtıdır. Irk
araştırmalarına Sosyal Darwinizm dayanak sağlamıştır.
Sosyal Darwinizm, en basit açıklamasıyla Darwin’in
kuramının genişletilerek sosyal alana uyarlanmasıdır. Bu
teorinin fikir babası Charles Darwin’e göre “Tarih
boyunca sayısız aşağı ırk daha uygar ırklar tarafından
ortadan kaldırılacaktır.” (Rogders, 1972: 274). İngiliz
filozof Herbert Spencer’ın biyolojik evrim üzerine
yazarken kullandığı “en güçlünün hayatta kalması”
83
ifadesi de bu kuramın sloganı haline gelmiştir. “Beyaz
adam”a ırkî olarak bazı sorumluluklar atfedilmiş ve Batı
uygarlığının üstün olduğu varsayılmıştır. Beyaz adamın
edindiği
başlıca
vazife
beyaz
olmayanları
uygarlaştırmaktır. Bununla Batı, Oryantalist bir bakış
açısıyla
kendisini
merkeze
yerleştirmiştir.
Tarih
yazımında zıtlıklar ön plana çıkmış ve uygar-uygar
olmayan, Doğulu-Batılı, beyaz-siyah yahut sarı gibi
ayrımlar anlatıya hâkim olmuştur.
Avrupa’da Pozitivizm ve Sosyal Darwinizm kuramının
etkisini artırmasıyla yoğunlaşan ırk tartışmalarının
ortasında araştırılmaya devam eden Doğu, artık her
manada bir öteki haline gelmiştir. Çalışmaların artması
bu alanda bilimsel toplulukların kurulmasına vesile
olmuştur. Henry Thomas Colebrook tarafından 1823
yılında kurulan Royal Asiatic Society bunlardan biridir.
Royal Asiatic Society’de yapılan çalışmalar, önce
Hindistan üzerine olsa da zamanla tüm Asya ve Kuzey
Afrika’ya doğru genişlemiştir. Bu alanda yapılan
çalışmaların artışının meydana getirdiği bir diğer ürün,
1901 yılında Mezopotamya’dan Japonya’ya kadar geniş
bir coğrafyayı araştıran Royal Society for Asian Affairs
olmuştur. Londra Üniversitesi bünyesinde, 1916 yılında
kurulan School of Oriental and African Studies de aynı
konuları ele almıştır. 20. yüzyılda Asya ve Afrika
çalışmaları ile ilgilenen okulların ve toplulukların sayısı
daha da artmıştır.
Pozitivist ve Oryantalist anlatının etkisi kısa zamanda
edebiyat alanına da yansımıştır. Konu ile ilgili pek çok
deneme yazılmıştır. Bu deneme yazarlarından biri olan,
18. yüzyılda yaşamış Fransız bilim insanı George Louis
de Buffon’a göre koyu ya da esmer ten, aşırı sıcak ve
soğuğun ve de medeniyetsizliğin neden olduğu bir
“bozulma”dır (Buffon, 1801: 83). Immanuel Kant da On
the Different Human Races adlı eserinde sırasıyla beyaz,
kızıl, siyah ve sarı olmak üzere dört ana ırk tanımlamıştır
(Larrimore, 2008: 349; Allais, 2016: 12). Bu dönemde en
çok aşağılanan iki topluluk siyah ve sarı tenlilerdir.
Örneğin estetik hiyerarşide Moğollar en alt kademededir.
Romantik dönemde ve sonrasında Çinliler de sarı derili
84
Divandan Zamana
olarak tasvir edilmişler. 19. yüzyılın ortalarında Avrupalı
olmayan halklara dair söylemler sertleşmiştir. Örneğin
sarı ırktan olduğu kabul edilen halklar, Kayser II.
Wilhelm’in
ifadesiyle
“sarı
tehlike”
olarak
nitelendirilmiştir (Bk. Lyman, 2000: 688). Romanlarda
dahi “Asyalı istilacılar” teması işlenmiştir. Örneklerden
birini Britanyalı romancı Matthew Shiel The Yellow
Danger (Sarı Tehlike) adlı romanıyla vermiştir.
Döneminde yankı uyandırmış bir diğer isim, İngiliz
deneme yazarı Thomas De Quincey’dir. Quincey’in
Confession of an English Opium Eater (1821) adlı eseri, bir
doğulu ile karşılaşmasını tasvir etmesi bakımından önem
taşır. Eserde anlatılana göre De Quincey’in 1816 yılında
yaşadığı eve bir Malay (Kahverengi olarak sınıflandırılan
Avustronezyalılar halklara 26 mensup) gelmiş ve kapıya
bakan hizmetçisi Barbara Lewthwaite, kapıdaki Malay ile
ev halkının görünümleri arasındaki uçuruma şaşırmış ve
“aşağıdaki şeytan”ı çıkarması için De Quincey’i aramıştır
(Kitson, 2007: 205).
De Quincey, ırkî ayrımı, tipolojiyi, soy analizini, ırkî ve
kültürel hâkimiyeti her yönüyle kullanmıştır. Dolayısıyla
ırk düşüncesinin mucidi olarak görülmektedir. Biyolojik
determinizmini daha ileri götürmüş olan De Quincey’in
“Malay”ı ötekidir ve neredeyse insan bile değildir. “Malay”,
Doğu’yu bir bütün olarak özetlemektedir. Buna göre
farklılığın başlıca nedeni fizikseldir. De Quincey tüm
Asya’yı kâbus gibi gören bir bakış açısı getirmiştir. Mısır,
Hindistan ve Çin, hepsi ıstıraplı ve korkunçtur.
Fransız yazar Arthur de Gobineau da “ırkların eşitsizliği”
üzerine yazanlardan biridir. 1955 yılında yayımlanan An
Essay on the Inequality of the Human Races adlı eserinde
beyaz ırkın görünüş, renk ve nitelik yönünden üstün
olduğu fikrini ortaya atmış ve hatta zekâ seviyesi
araştırmaları ile bu görüşlerini kanıtlamaya çalışmıştır.
Afrikalıların düşük zekâlı olduklarını, hatta Moğolların
zencilerden bile düşük zekâya sahip olduklarını
savunmuştur (Gobineau, 1915: 112).
26 Güneydoğu Asya, Okyanusya ve Doğu Afrika'da yaşayan, Avustronezya
olarak adlandırılan bir dili konuşan halklara verilen bir isimdir.
85
Edward Said’in ünlü eseri Orientalism’de belirttiği üzere
denizlerin ötesindeki düşman bir “öteki” dünya, yani
Asya, Avrupalının hayâl gücü sayesinde sesini
duyurabilmiştir (Said, 1979: 56). Bir diğer deyişle,
Avrupa’nın hayal gücünde ve imgesinde yer ettiği şekliyle
tanınabilmiştir. Bu imgenin mühim ve en çarpıcı
örneklerinden biri Joseph Conrad Heart of Darkness
(1899) adlı eseridir. Zira dönem Avrupa’sının büyük bir
bölümünün benimsediği fikirlerden izler taşımaktadır.
Joseph Conrad’ın Hayatı
Eserin yazarı Joseph Conrad’ın yaşadıkları anlatısında
etkili olmuştur. Kısaca bahsedilecek olursa henüz 15
yaşındayken denizlere açılma isteğini ailesine bildiren
Conrad, 17 yaşına geldiğinde Marsilya’ya gider. 1878
yılında ise bir İngiliz gemisinde göreve başlar. Lowestoft
ve Newcastle arası seferlerinde İngilizce öğrenir. Bir
İngiliz şirketinde kariyerine başlayan Conrad, Doğu’ya
birçok sefer yapar. 1886’da kaptan sertifikasını alan
Conrad, 1888’de gemiyle ilk görevine başlar. 1890’da ise
ilgili eserinde “Karanlığın Yüreği” olarak geçen Kongo
Nehri’ne doğru yola çıkar. Fakat bu yolculuk onun bazı
hastalıklara yakalanmasına sebep olur. 1895’te ise
denizcilik kariyerini bırakarak Almayer’s Folly eseri ile
edebiyat hayatına adım atar.
Conrad, eserinin basılmasıyla deniz kariyerinden yazarlık
kariyerine dönüş yapar. Londra’ya yerleşir ve bir İngiliz
kadınla evlenir. Bir Polonyalının oğlu olan Conrad,
denizci, yazar ve son olarak da bir İngiliz roman yazarı
olur. Uzun bir süre deniz üzerine eserler veren bir yazar
olarak görülür. Gittikçe eserlerinde daha fazla deniz ve
gemi hayatını ya da Uzakdoğu şehirlerini, insan
tecrübelerindeki derin ahlakî hırsların keşfedilmesi
anlamında kullanır. İngiliz yazınının büyük bir üstadı
olan Conrad, İngilizceyi öğrendiğinde 21 yaşındadır ve
hayatının sonuna kadar belirgin bir yabancı aksanıyla
konuşmuştur (Abrams, 1996: 2203-2204).
Karanlığın Yüreği’ne Bir Yolculuk
Karanlığın Yüreği’nde imgenin daha önce sayılan
özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü Batı dünyasının
86
Divandan Zamana
daha önceden sahip olduğu imgelere yenilerini de
ekleyerek kaleme aldığı bu eserde kendi toplumunun
anlayışını okura sunmuştur (Achebe, 1988: 39-40).
Yazarın bir Afrika ülkesi olan Kongo’yu seçmesi, üzerinde
durulması gereken bir konudur. Yer altı ve yer üstü
kaynakları açısından zengin bir ülke olan Kongo, Batı’da
sömürgeci düşüncenin gelişmesiyle ve de farklı kültürlere
duyulan ilginin artmasıyla dikkat çeken bir ülke haline
gelmiştir.
Batı dünyasına göre Doğu’ya dair bilginin maddi temeli
coğrafyaydı. Doğu’nun tüm örtük ve değişmez ayırıcı
özellikleri, kendi coğrafyası üzerinde yükselmiş ve tüm
Doğu coğrafyasına kök salmıştı. Dolayısıyla coğrafya bir
yandan Doğu’nun sakinlerini besliyor ve ayırıcı
özelliklerini güvence altına alıyordu, bir yandan da
Batı’nın ilgisini çekiyordu. Ancak coğrafya merakı,
anlamaya, tespit etmeye, açığa çıkarmaya yönelik
epistemolojik bir itki olduğu için tarafsızlığı da
beraberinde getirebilirdi. Karanlığın Yüreği’nde Marlow’un
itiraf ettiği harita tutkusu bunun bir örneğidir (Said,
1999: 228).
“Küçükken haritalara karşı büyük bir tutkum
vardı. Saatlerce Güney Amerika’ya, Afrika’ya
Avustralya’ya bakar, keşiflerin heyecanıyla
kendimi kaybederdim. Dünya üzerinde o
zamanlar pek çok boş alan vardı; ben de
haritada özellikle davetkâr bir yer görünce
(gerçi o zaman her yer gözüme böyle
görünüyordu ya) parmağımı üzerine koyup,
büyüyünce buraya gideceğim derdim (Conrad,
2013: 33-34).”
Alıntılardan da anlaşılacağı üzere Batı her zaman
bilinmeyene ilgi duymuştur. Eserde de Batı’nın ilgisi
Kongo üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat bundaki en büyük
etken oralara gidip hem bilme merakını gidermek hem de
gittiği yerdeki zenginliklerden faydalanmaktır.
Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği adlı eserini kendi
yaşadığı tecrübelerden yararlanarak kaleme alır. Marlow
gibi Conrad da Afrika’nın kalbini görmek için can atan bir
87
çocuktur. Yaklaşık 9 yaşındayken Afrika haritasına bakıp
parmağını sırrı çözülmeyen kıtaya koyup kendinden emin
bir şekilde büyüyünce oraya gideceğini söyler. Brüksel’de
yaşayan bir yakını tarafından Kongo Nehrine gidecek olan
bir gemide işe alınır (Abrams, 1996: 2204). Hikâye’nin
hakikî “gerçekler”i, Conrad’ın 1890’da Almayer’s Folly
adlı kitabı yazmaya başladıktan sonra Marlow’un
seyahatini andırırcasına Kongo’ya yaptığı bir geziden
çıkmıştır. Bu seyahat, Marlow’unki kadar dehşetli ve
ürkütücüdür. Örneğin Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ndeki
gemisinde ölen Mr. Kurtz, gerçekte Conrad’ın Stanley
Şelâlesinde gemisine aldığı Georges-Antoine Klein’dir.
Conrad da sonunda hastalanmış ve bu hâdise onun
denizcilik hayatına son vermiştir (Lass, 1995: 107).
Ayrıca bu Kongo tecrübesi, düş gücünü aklından
çıkmamak üzere sürekli olarak etkisi altına almıştır.
Karanlığın Yüreği’nin kâbus atmosferi, Conrad’ın bu
travmatik tecrübesine bir cevap sayılabilir (Abrams,
1996: 2205). Kısaca belirtmek gerekirse eser Conrad’ın
bilinçaltının bir ürünüdür. Yazar gidip gördüğü topraklar
ve Afrikalılar ile ilgili görüşlerini esere aktarmıştır.
Otobiyografik özellikler taşıyan bu eserde yazarın hem
önceden sahip olduğu hem de kendi edindiği imgeler yer
almaktadır.
Conrad bu eserinde okurlarına onlarca Avrupa
sömürgesine bölünmüş bir Afrika’dan başka bir şey
tahayyül etme imkânı tanır. Conrad’ın yazdığı dönemde
Avrupa’nın Afrika’da ve başka yerlerde muazzam bir
insan kaybı pahasına sürdürdüğü sistemli şiddeti gözler
önüne serer (Said, 2010: xvii). Eser boyunca beyazların
orada bulunma nedenleri sorgulanır.
Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness) adlı romanında
olaylar tecrübeli bir denizci olan Marlow’un bir akşam
Thames
Nehri
üzerinde
bir
gezinti
gemisinde
arkadaşlarına “Karanlığın Yüreği”ne, Kongo Nehri’ne
yaptığı yolculuğu anlatmasıyla başlar. Olaylar Afrika’da
fildişi ticaretinin en üst düzeyde olduğu, yani sömürgenin
fazlasıyla yoğun yaşandığı bir dönemde geçer.
Belçika’nın bir sömürgesi olan Kongo, başlıca rakipler
arasındaki çekişmeyi önlemek için sözde bir kralın eline
88
Divandan Zamana
yani II. Leopold’a bırakılır. Böylece karşılığında hiçbir şey
verilmeden Kongo ülkesi sömürülür. Yağmaladıkları
ülkeyi hiç sevmeyen sömürgeciler, Kongoluları kölelikten
de beter bir hale sokar. Onları döver, işkence eder ve
korkunç bir tutsaklık altına alır. Bu işkenceler o kadar
dayanılmaz boyutlara varır ki kral ülkeyi Belçika’ya satar
(Luraghi, 2000: 237-238).
Bu amaçlardan habersiz sadece macera arzusuna
kapılan Marlow halasının aracı olmasıyla küçüklüğünden
beri görmek istediği Kongo’ya gitme fırsatını yakalar. Bir
Fransız gemisi ile yola çıkan Marlow, Afrika sahilleri
boyunca yol alır. Fakat buralarda gördükleri hiç de
görmeyi beklediği şeyler değildir. Şirkete varan Marlow
sefil halde yaşayan Yerlileri görür. Hepsi, kendi
ülkelerinin sömürülmesinde köle gibi kullanılır. Eserin
ilerleyen bölümlerinde de yerli halkın fildişi uğruna nasıl
ezildiği, çağdışı görülmesi ve sömürülmesi anlatılır.
Marlow’un asıl görmek istediği kişi ise Kurtz’dur. Her
gittiği yerde Kurtz hakkında konuşulur. Bir şirketin
temsilcisi olan Kurtz en çok fildişi gönderen temsilcidir.
Bu yüzden diğer temsilciler tarafından da sevilmeyen
biridir. Kurtz’u gördüğü zaman Marlow, karışık, müphem
hislerle
doludur.
Bir
taraftan
ondan
fildişi
yağmacılığından başka bir şey düşünmeyen ve buna da
medeniyet ve gelişme gibi tatlı bir isim veren sathî bir
egomanyak olarak tiksinirken, öte yandan da onun, bir
zamanlar büyük tarafları olduğunu idrak eder (Lass,
1995:105).
Annesi yarı İngiliz, babası yarı Fransız olan Marlow bize
“Kurtz’un meydana çıkmasında bütün Avrupa’nın katkısı
oldu” diyor; gerçekten de Kurtz, 19. asırda Afrika’yı
yağma eden ve bu açgözlülüğünü idealizm kisvesi altında
gizlemek isteyen sömürü şehvetinin temsilcisidir (Lass,
1995:107). Aslında Kurtz eserde yağmacı ve sömürgeci
Avrupa’nın bir prototipidir.
Conrad, Kurtz’un yağma serüveni ve Marlow’un
yolculuğu ile anlatının ortak bir izleği olduğunu
göstermek ister: Bu izlek, Avrupalıların Afrika’da (ya da
89
Afrika konusunda) gerçekleştirdikleri emperyal efendilik
ve iradedir (Said, 1998: 64).
Bu emperyal irade altında Kurtz, Uluslararası Vahşi
Gelenekleri Yok Etme Derneği için bir rapor hazırlar,
raporun sonunda söylediği bir cümleyle yerli halka karşı
olan düşmanca tavrını gösterir: ‘Bütün hayvanların
kökünü kazıyın’ (Conrad, 2013: 100). Alıntıda görüldüğü
gibi beyaz adamlar tarafından siyahlar sadece yok
edilmesi gereken bir hayvan gibidir. Böylece hem elde
etmek istedikleri hammaddeye daha kolay ulaşabilecekler
hem de medeniyete bu kadar uzak kalan ve aynı renkte
olmayan insanların yaşam hakkı ellerinden alınacaktır.
Kurtz’un çalıştığı bölgede etrafı dolaşan Marlow’un
gözüne uzaktan bir şeyler çarpar. Karşıdan süs eşyası
gibi duran şeylerin yakından bakınca aslında Kurtz
tarafından tahta kazıklara çakılmış yerli halkın
kafatasları olduklarını görür.
“Bu yuvarlak toplar süsleme değil, semboldü;
etkileyici ve kafa karıştırıcıydılar, çarpıcı ve
rahatsız edici… Yüzleri eve çevrili olmasaydı,
kazıklara çakılmış o kafalar çok daha etkileyici
olabilirlerdi. İlk gördüğüm kafaya geri döndüm oradaydı işte, kara, kurumuş, çökmüş,
gözkapakları inik- direğin tepesinde uyuyan bir
kafa gibiydi, büzüşmüş dudaklarının arasından
görünen dişlerin oluşturduğu ince, beyaz çizgi
ile gülümsüyordu da; o ebedi uykuda gördüğü
keyifli
ve
sonsuz
rüyaya
aralıksız
gülümsüyordu (Conrad, 2013: 111).”
Marlow, Kurtz’un bu insanlık dışı davranışını onun türlü
tutkularını tatmin ederken kendini denetleyemeyip eksik
taraflarını şiddet eğilimiyle tamamlaması olarak görür.
Ayrıca Yerliler Kurtz’a o kadar hayran ve o kadar onun
etkisi altındadırlar ki onun sözünden asla çıkmazlar ve
sanki ona taparlar (Conrad, 2013: 111-112). Bu noktada
Kant, siyahlar ve beyazlar arasındaki farkların sadece
renk farkından kaynaklanmadığını, asıl olarak siyahların
ve beyazların düşünsel farklılıklarından kaynaklandığını
söyler. Siyahların düşünsel yeteneklerinin gelişmediği
90
Divandan Zamana
gibi dinlerinin de ilkel olduğunu ve bir puta, inek
boynuzuna, kutsanmış bir tüye tapınmayı din
saydıklarını belirtir. Bu sözler, Oryantalizmin düşünsel
kökenlerini açıkça ortaya koyar (Kula, 2010: 54).
Görüldüğü üzere beyazların etkisi o kadar büyüktür ki
neredeyse siyahları kendilerine tapacak konuma getirme
konusunda başarılı olmuşlardır. “Kurtz’un oradaki nüfuzu
olağanüstüydü. Etraf Yerlilerin kamplarıyla doluydu,
şefleri her gün gelip Kurtz’u görüyordu. Önünde yerlere
kapanıyorlardı… (Conrad, 2013: 112).” Bu alıntıdan
anlaşılacağı üzere Batı emperyal gücünü Yerlilere kabul
ettirmiştir ve onlara adeta diz çöktürmüştür.
Bununla birlikte, Kurtz ile Marlow’un konuşmaları
tümüyle beyaz Avrupalıların siyah Afrikalılar üzerindeki
emperyal efendiliği üstünedir (Said, 1998: 72) Öyle ki,
Kurtz’un
“Sadece
irademizi
ortaya
koyarsak
sağlayacağımız iyilikler için sınırsız güç elde edebiliriz”
(Conrad, 2013:99) cümlesinden beyaz adamların siyah
adamlar üzerindeki güçlü hegemonyasını ve bu
hegemonyayı kullanarak çıkarlarını hiçbir sorunla
karşılaşmadan iyi işleyen planlarıyla koruduklarını
görebiliriz. Yaptıkları şeyin görünürde sömürü olmasına
karşın kendilerini bir sömürgeci olarak görmezler. Fakat
Marlow kendilerinden farklı bir ten rengine ve farklı
fiziksel özelliklere sahip olduğu için siyahlara yapılan bu
kanlı kıyımı şu sözleriyle dile getirir:
“Sömürgeci değillermiş; sadece yönetimleri
disiplinliymiş diye düşünüyorum. Fatihtiler,
bunun için yalnızca vahşi güç gerekir, bunun da
övünülecek bir yanı yoktur, çünkü gücünüz
başkalarının zayıflığından kaynaklanan bir
şeydir. Sırf ortada sahip olunacak bir şeyler var
diye her şeyi kapmaya çalıştılar. Kanlı bir
soygundu yaptıkları, geniş çaplı bir kıyım,
gözlerini karartıp girişiyorlardı bu işlere;
karanlıkla cebelleşenlerden de beklenen budur
zaten. Dünyanın fethi, ki bu genellikle toprağın,
farklı bir ten rengine, nispeten daha basık
burunlara sahip olanların elinden alınması
anlamına
gelir,
aslında
üzerine
kafa
91
yorulduğunda pek de hoş bir şey değildir
(Conrad, 2013: 32).”
Marlow siyahlara yapılanları haklı görmez, fakat onların
da kendilerini yönetecek güçte olduklarını düşünmez.
Conrad da eserinde Batı emperyalizminin egemenlik
kurma ve toprak gaspı eylemini kabul etse de bundan
Yerlilerin emperyalizmin sona ermesiyle de özgür
olabileceklerini düşünmez. Yerlileri köleleştiren sistemi
eleştirse de Yerlilere özgürlük tanımaz (Said, 1998: 7374).
Batı’nın Kongo için bu kadar açgözlü olmasının nedeni
ise fildişi ticaretini kendi hâkimiyeti altına almaktır.
Marlow, “‘Fildişi’ sözü havada yankılanıyor, fısıldanıyor, iç
çekmelere neden oluyordu. Fildişine tapıyorlar sanırdınız.
Aptalca bir açgözlülük havası, ceset kokusu gibi yayılmıştı
ortalığa” (Conrad, 2013: 57) derken, o kadar uzakta olan
bir başka ülkenin neden bu kadar yol alıp kendine göre
daha ilkel gördüğü bu topraklara sadece medeniyet
getirme bahanesinin yeterli ve gerçekçi olmadığını
göstermek ister.
Kendi çıkarları için köleleştirdiği ve sömürdüğü siyahları
(Yerlileri) ilkel, eğitimsiz ve cahil olarak görürüler. Hatta
daha da ileri giderek vahşi olarak nitelendirdiği bir siyahı
köpekle eş tutar. Ona göre bir yerlinin yapması gereken
şey sadece ilkel bir yerlinin yaptığı gibi tepinmek ve el
çırpmak olmalıdır.
“Ara sıra da ateşçilik yapan vahşiye göz kulak
olmam gerekiyordu. Türünün gelişmiş bir
örneğiydi; dikey bir kazanı ateşleyebiliyordu.
Tam altımda duruyordu ve diyebilirim ki ona
bakmak, ancak şu gösterilerde arka ayakları
üzerinde yürüyen, golf pantolonlu, tüylü şapkalı
köpekleri izlemek kadar eğiticiydi. Burada ağır
işler
yapmak,
böyle
yeni bir
büyüye
tutulmuşçasına bilgisini artırmaya çalışmak
yerine, kıyıda el çırpıyor, tepiniyor olması
gerekirdi (Conrad, 2013: 79).”
Afrikalı Yerlilere yüklenen bir başka olumsuz imge ise
onların aç kaldığında insan yeme eğilimleridir. Gemide
92
Divandan Zamana
erzak sıkıntısı çektikleri bir gün siyahîlerin yarı pişmiş
hamura benzeyen bir şey yediklerini gören Marlow, “Tüm
kemiren açlıklarının kötülüğü ile neden bize saldırıp -otuza
karşı beş kişiydik- tıka basa karınlarını doyurmadıklarına
hâlâ şaşıyorum” diye düşünür (Conrad, 2013: 86).
Verilen örneklerde de görüldüğü üzere Afrikalı Yerliler
Batılı yani modern olanın karşıtı olarak vardır. Modern
olanla
geleneksel
olan
arasında
kurulan
modernizasyoncu iki kutuplu görüşü niteleyen özcülüğün
bir sonucu olarak öteki ne olduğundan çok ne
olmadığıyla tanımlanır. Varoluş şekli, modern ben’in
sahip olduğu her şeyin eksikliğini gösteren bir kültürel
nesneyi oluşturur (Keyman vd, 1996: 76). Esere
bakıldığında ise modern olarak tanımlanan beyazların
karşısında onların tam karşıtı yani öteki olan siyahlar
vardır. Siyahların ne olduklarından çok ne olmadıkları
üzerinde durulur. Ancak onların ne olmadıkları çok
açıktır. Onlar beyaz, modern ve eğitimli bir Batılı değildir.
Eserin ilerleyen bölümlerinde şirketine varmakta olan
Marlow patikada ilerlerken sıra halinde zincirlerle
bağlanmış Yerliler görür. Açlıktan ve yorgunluktan halsiz
düşen Yerliler o kadar acınacak haldedir ki, bu
insanların suçlu olarak adlandırılmalarına anlam
veremez.
“Arkamdan gelen hafif bir şıngırtıya dönüp
baktım. Altı zenci sıra olmuş patikayı
çıkıyorlardı. Başlarındaki toprak yüklü sepetleri
dengede tutmaya çalışarak, ağır ağır, dimdik
yürüyorlardı; adımları, çıkan şıngırtıyla uyum
içindeydi. Bellerine bağladıkları paçavraların
arkadan sarkan uçları kuyruk gibi ileri geri
sallanıyordu. Kaburgaları tek tek sayılıyordu;
kollarındaki ve bacaklarındaki eklem yerleri, bir
ipin üzerine atılmış düğümler gibiydi; her birinin
boynunda demirden birer tasma vardı,
birbirlerine zincirle bağlanmışlardı, o ritmik
şıngırtı işte bu aralarında salınan zincirden
geliyordu. Uçurumdan gelen ikinci patlama sesi
bana o kıtayı bombalayan savaş gemisini
hatırlattı. Aynı uğursuz ses; oysa bu adamları
93
düşman olarak tasavvur etmek mümkün
değildi. Bunlara suçlular deniyordu; adaletin
öfkesi şarapnel parçaları gibi onları denizden
gelen çözülmez bir muammayla vurmuştu
(Conrad, 2013: 45-46).”
Alıntıda görüldüğü üzere köle gibi kullanılan bölgenin
Yerlilerine düşman gibi davranılmaktadır. Çünkü Batı
dünyasına göre onlar suçlulardır. Boyunlarına tasma
vurulan ve zincirle bağlanan bu insanlar büyük bir
zulüm altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır.
Girdiği yolda ilerleyen Marlow, daha ilginç görüntülerle
de karşılaşır. Ağaçların arasına uzanmış kara siluetler
görür. Ne düşman ne de suçlu olan bu insanlar, ölmek
üzere bir kenara çekilen Yerlilerdir. Avrupa’nın
sömürdüğü Yerliler, artık işe yaramaz bir duruma
geldiklerinde sadece ölmelerine izin verilir.
“Yavaş yavaş ölüyorlardı, bu çok açıktı.
Düşman değillerdi, suçlu da değillerdi, ama bu
dünyayla bir alâkaları kalmamıştı. Bulanık
zihinleriyle yeşilimsi karanlığın içinde uzanan,
hastalığın ve açlığın kara gölgelerinden
ibarettiler artık. … hasta düşüp iş göremez hale
gelince de sürünerek buraya gelmelerine,
dinlenmelerine izin verilmişti (Conrad, 2013:
48).”
Açlıktan, köle gibi çalışmaktan yorgun düşen, neredeyse
kemikleri sayılacak hale gelmiş siyahîlerden yaratık diye
bahsetmesi beyaz insanların gözünde onların hiçbir
zaman insan yerine konamayacağının bir göstergesidir.
“Dehşet içinde donup kalmıştım ki, bu yaratıklardan biri,
elleri ve ayakları üzerinde doğruldu, su içmek için
emekleyerek nehre doğru ilerlemeye koyuldu.” (Conrad,
2013: 49).
Batılılar, siyahîleri insan gibi görmemelerinin yanı sıra
onları zamanın başlangıcına ait olarak görürler (Conrad,
2013: 85). Hatta Marlow daha da ileri giderek “Kara
sahrada bir avuç kum kadar değeri olmayan bir vahşiye
özlem duymam size tuhaf gelebilir, ama onun ne işe
yaradığını görmüyor musunuz? Dümendeydi; aylarca
94
Divandan Zamana
arkamda durdu, bir yardımcı, bir araçtı.” (Conrad, 2013:
100) sözleriyle vahşi diye nitelendirdiği bir yerliyle sadece
çıkara dayalı araçsal bir ilişki kurulabileceğini belirtir.
Çünkü siyahlar, beyazların emri altındadır ve sadece
onların işlerini yapmak ve hizmetlerini görmekle
görevlidirler.
Aralarındaki
bağ
sadece
siyahların
beyazlara hizmet etmeleri ile sınırlıdır.
Şirkete varmadan önce Yerlilerin mızrak saldırısına
maruz kalan Marlow’a müdür: “Düdüğün bir ötüşü,
silahlarınızın hepsinden daha çok işe yarayacaktır. Dedim
ya, basit insanlar onlar.” (Conrad, 2013: 104) diyerek
basit insan diye tanımladığı Yerlilere karşı savunma
yöntemi olarak buhar düdüğü kullanmasını tavsiye eder.
Marlow’a göre Batı’nın gittiği toprakları sömürmesi ve
insan gibi görmedikleri Yerlileri köleleştirmesi sıradan bir
durumdur. Her ne kadar yapılan zulmü haklı görmese de
yine de kendisiyle onlar arasında bağ kurmaktan kaçınır.
Çünkü o da bir beyazdır ve sahip olduğu kolektif bilinç
onun bu bağı kurmasına engeldir. Öyle ki Yerlilerin de
kendileri gibi insan olabileceklerini düşünmesi bile ona
iğrenç gelir.
“Dünya, bildiğimiz dünya değildi. Yenilmiş bir
canavarın prangalanmış haline bakmaya
alıştırılmıştık, oysa orada gerçekten dev gibi ve
özgür bir şeydi baktığımız. Esrarengizdi,
insanlar da öyle; yok, hayır, onlar insanlık dışı
değillerdi. Siz de bilirsiniz, en kötüsü budur;
onların insan olup olmadıklarına kuşkuyla
yaklaşmak. Ağır ağır gelir üstünüze bu kuşku.
Ulur, hoplayıp durur, fırıl fırıl döner, suratlarını
berbat şekillere sokarlardı, ama yine de en
korkutucu
şey,
onların
insanlıklarını
düşünmekti; kendi insanlığınız gibi; bu vahşi ve
tutkulu
patırtıyla
uzak
akrabalığınızı
düşünmek. İğrenç! (Conrad, 2013: 78).”
95
SONUÇ
Sonuç olarak Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı
eseri Afrika’daki Avrupalıların tutumlarını emperyalizm,
sömürgecilik ve ırkçılık temelinde tasvir etmesiyle önemi
haizdir. Avrupalıların koloni faaliyetlerinin zaman
içerisinde nasıl ırkçılığa dönüştüğünü gözler önüne serer.
Yapılan alıntı ve açıklamalardan anlaşılacağı üzere Batı
dünyası kendine göre daha farklı bir ten rengine sahip
olan Afrikalı Yerlilerin topraklarına çeşitli bahanelerle el
koymuş ve uzun yıllar boyunca onları sömürmüştür.
Sadece sömürmekle kalmayıp onları kendilerinden daha
aşağı görüp küçümsemiş ve de basit insanlar hatta
yaratıklar olarak nitelendirmiştir. Çünkü onlar beyaz
değildir ve Batı’dan gelenler gibi bir medeniyete sahip
değildir. Bu yüzden de cahil, eğitimsiz ve de görgüsüz
insanlar olarak görülmüşlerdir.
Bilhassa 19. yüzyıl ırkçı söylemlerin arttığı ve hem
edebiyat hem de tarih alanında yaygınlaştığı bir dönem
olmuştur. Siyasi amaçlar ve ekonomik kazanç hırsıyla
uzun yıllar silinmeyecek olan Afrikalı imgesinin temelleri
atılmıştır. Conrad’ın eseri bu imgenin ne kadar etkili
olduğunu ve davranışlara yansıdığını gösterir. Aynı
zamanda ırkçılığın ve sömürgeciliğin bu denli yaygın
olduğu ve normal görüldüğü bir dönemde çarpıcı
örneklerle üstü kapalı eleştiriler yapması da onu
çağdaşlarından ayırmaktadır.
Neticede tarihsel ve sosyolojik konjonktürün bilincinde
olan Conrad Avrupalı kolonicilerin Afrikalıları vahşi
buldukları için onların eski inançlarını ve davranışlarını
yok etmeye çalışırlarken kendilerinin acımasız olup
vahşileştiklerini ima etmiştir. Eleştirilerin açık bir karşı
çıkış yahut protesto biçiminde olmadığı da belirtilmelidir.
Conrad’ın ırkçılık ve sömürgecilik hakkındaki tutumu
eserindeki Marlow karakterinin şahsında somutlaşmıştır.
Ancak Conrad bazı yazarların yazdığı gibi ırkçı olarak
nitelendirilemez.
Conrad’ın,
ırkçılığın
ve
Afrikalı
imgesinin kök saldığı bir dönemin ideoloji ve fikir dünyası
içerisinde yetiştiği göz önünde bulundurulmalıdır.
96
Divandan Zamana
KAYNAKÇA
Abrams, M. H. (ed). (1996). The Norton Anthology, English
Literature, The Major Authors. (6th Edition), New
York: W. W. Norton & Company Inc.
Achebe, Chinua. (1988). An Image of Africa: Racism in
Conrad's 'Heart of Darkness, Londra: Routledge.
Akbaba, Yusuf. (2018). Türkiye’de Eski Türk Tarihçiliği,
İstanbul: Yazıgen Yayınları.
Allais, Lucy. (2016). Kant’s Racism, Philosophical Papers,
c. 45, S. 1-2, s. 1-36.
Arnold, John. (2000). History: A Very Short Introduction,
New York: Oxford University Press.
Atakay, Kemal. (2004). İmge, Kitap-lık, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, S. 74, s. 67-73.
Burney, Shehla. (2012). Orientalism: The Making of the
Other, Counterpoints, S. 417, s. 23-39.
Conrad, Joseph. (2013). Karanlığın Yüreği, (Çev. Ali
Kayalar), İstanbul: Bordo Siyah Yayınevi.
De Gobineau, Arthur. (1915). The Inequality of Human
Races, Londra: William Heineman.
Keyman, Fuat; Mutman, Mahmut; Yeğenoğlu, Meyda
(der.). (1996). Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel
Fark, (1. Baskı), İstanbul: İletişim Yayınları.
Kırkoğlu, Serdar Rıfat. (2004). Anlatı Sanatının Olmazsa
Olmazı: İmge, Kitap-lık, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, S. 74, s. 76-77.
Kitson, Peter. (2007). Romantic Literature, Raceand
Colonial Encounter, New York: Palgra ve Macmillan.
Kula, Onur Bilge. (2010). Batı Felsefesinde Oryantalizm
ve Türk İmgesi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları.
Larrimore, Mark. (2008), Antinomies of Race: Diversity
and Destiny in Kant, Patterns of Prejudice, c. 4, S. 5,
s. 341-363.
97
Lass, Abraham H. (1995). 100 Büyük Roman 3, İstanbul:
Milli Eğitim Basımevi.
Liebersohn, Harry. (2002). German Historical Writing
from Ranke to Weber: The Primacy of Politics, A
Companion
to
Western
Historical
Thought,
Massachusetts: Blackwell.
Luraghi, Raimondo. (2000). Sömürgecilik Tarihi, (Çev.
Halim İnal), İstanbul: E Yayınları.
Lyman, Stanford. (2000). The ‘Yellow Peril’ Mystique:
Origins and Vicissitudes of a Racist Discourse,
International Journal of Politics, Culture and Society,
c. 13, S. 4, s. 683-747.
Mah, Harold. (2002). German Historical Thought in the
Age of Herder, Kant, and Hegel, A Companion to
Western
Historical
Thought,
Massachusetts:
Blackwell.
Rodgers, James Alan. (1972). Darwinism and Social
Darwinism, Journal of History Ideas, c. 33, S. 2, s.
265-280.
Said, Edward. (1979). Orientalism, New York: Vintage
Books.
Said, Edward. (1998). Kültür ve Emperyalizm, (Çev.
Necmiye Alpay), İstanbul: Hil Yayınları.
Said,
Edward. (1999). Şarkiyatçılık Batı’nın Şark
Anlayışları, (Çev. Berna Ülner), İstanbul: Metis
Yayınları.
Said, Edward. (2010). Joseph Conrad ve Otobiyografide
Kurmaca, (Çev. Ferit Burak Aydar), İstanbul: Agora
Kitaplığı.
Ulağlı, Serhat. (2006). İmgebilim “Öteki”nin Bilimine Giriş,
Ankara: Sinemis Yayınları.
98
Divandan Zamana