61
En Kadim Kader: Muhacirlik
Rumeysa ÇAVUŞ1
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde2
Özet
Modern düşünce sistemi ile yükselen ulus devletler önceleri bünyelerindeki çeşitli farklılıkları tasfiye etmeyi amaçlamışlardır. Fakat sonraları bu farklılıklara çeşitlilik olarak yaklaşmışlardır. Ulus devlet tarafından altı çizilen farklılıklar arasındaki çatışmaya ise uyuşmazlık denmiştir. Ulus devletlerin yıllardır kendi eliyle beslediği, kurguladığı uyuşmazlığın açmazlarından
yine ulus devletler çokkültürcülük ile çıkmayı hedeflemektedir. Farklılıkların tasfiye edilmesi
ve uyuşmazlık olarak belirlenmesi sonrasında ise farklılıkların zenginliğine vurgu yapılmasını
ekonomik süreçlerden bağımsız düşünemeyiz. Bu yüzden bu makale bu zamana dek yazılmış çoğunluğun bildiği ve kabul ettiği tarihsel verilerden çok, -ekonomik faktörler ve çokkültürcülüğü
de konu alan- minör bir göç tarihi denemesidir. Göçü farklı dalgalarda bire bir pratik etmiş olan
Rukiye Hacıyeva ve Fatma Pehlivan’ın anlatıları esas alınarak oluşturulmuştur. Ayrıca makale
göç ile ilgili genel geçer bir tespit yapma idealini taşımamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Çokkültürcülük, Uyuşmazlık, Göç, Ulus Devlet, Çeşitlilik, Muhacir
Immigration: The Most Ancient of Fates
Abstract
Nation-states that emerged within modern thinking at first aimed at eliminating the differences. In time, diversity became anew name for those differences. The discrepancies that were
underlined by nation-states were named as conflicts. The impasse as the result of such conflicts
which have been organized by the nation-states themselves is tried to be overcome through multiculturalism. Elimination of the differences, the invention of diversity, and the restoration of
honourthrough multiculturalism cannot be considered without economic processes. Hence, this
paper is an attempt to write a minor migration history within and through economic factors and
multiculturalism, rather than widely-known historical data. This study is constructed with the
narratives of RukiyeHacıyeva and FatmaPehlivan, who experienced the migration at different
times.
Key Words: Multiculturalism, Conflict, Migration, Nation-state, Diversity, Immigrant
Modern düşünce sistemi ile birlikte insan, tanımlanabilir, kategorize edilebilir, istenilen şekle dönüştürülebilir bir birey olarak düşünülmüştür. Bu yaklaşım; merkezde olan belirli bir karar
verici vasıtasıyla yapılmaktadır. Süreç içerisindeki pratikler, devletlerin insana dair yaklaşımını
etkilemiştir. Belirli bir ulus fikri ile de bireyi tanımlama gayreti içerisine giren modern devletler,
1 Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Yüksek Lisans,
[email protected].
2 Kemalettin Kamu’nun ‘Gurbet’ isimli şiirinden.
62
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
makbul vatandaş üretme hususundaki ısrarlı çabalarını 1800’lerin ortalarından bu yana devam
ettirmektedir. Çabalar ise kimi zaman belirgin kimi zaman da belirsiz bir şiddete gönderme yapmaktadır. Bu türden örneklere yer vermek mümkün, ancak bu makaleye konu olan şiddet, muhacirlerin maruz kaldığı zorunlu göçe dairdir. Zorunlu göç ve makbul vatandaş üretimi, yaşanan
bu pratikle beraber uygulanabilmesi güç iki ayrı kutbu nitelemekte gibidir. Teorik anlamda makbul vatandaş için, ortak geçmiş ve geleceğe sahip bireylerin üretimine dair sarf edilen çabalar,
muhacirlerin anlatılarıyla esnek ve siyasi taktiklerle pratikte ret edilmiş gibi durmaktadır. Muhacir anlatılarıyla oluşturulan dilsiz bellek, ulus-devletin müdahaleci hegemonik yaklaşımına ve
kültürel çeşitlilik vurgusuna inat yine yalnızca muhacirlerin anlayabileceği dilde başkaldırmaktadır. Bu dile de muhacirlerin hayat öykülerini ve göç pratiklerini içeren anlatılar diyebiliriz. Öyle
ki bu anlatılar sayesinde muhacirler belirli bir öteki tanımlaması yapmaktadırlar. Sürüp giden
hayat için muhatabına faydalı bilgiler sunan bu tanımlamalar, aynı zamanda geleceği de kısmen
teminat altına almaktadır. Anlatılar sayesinde muhacirler,neslin devamını korumaya yönelik
taktikleri de yine bu yolla kolaylıkla belirlemiş olmaktadır.
Bu bağlamdan hareket ile makalenin konusu 1900’lü yıllarda ulus-devletlerin karşılıklı olarak vatandaş değişimi sebebiyle, zorunlu göçe maruz kalan Rukiye Hacıyeva ve Fatma Pehlivan’ın
anlatılarında inşa ettiği belleğin kendisidir. Ayrıca üretilen bellek vasıtasıyla, bir arada yaşam
idealinin mümkünlüğü tartışılacaktır. 1956’da göç şiddetine maruz kalan Fatma Pehlivan ve TodorJivkov döneminde 1989 yılında topraklarını terk etmek zorunda kalan Rukiye Hacıyeva’nın
anlatıları ile oluşan bellek, göç sonrası bir arada yaşamın gerçekliğini ve geçerliliğini sorgular
niteliktedir. Dolayısıyla makalede öncelikle ulus-devlet, etnisite ve çokkültürcülük tartışmaları
üzerinden bir kritik yapılacaktır. Ardından, zorunlu göç ile şiddete maruz kalan Rukiye Hacıyeva
ve Fatma Pehlivan ile yapılan görüşmeler, anlatılar içindeki somut ve soyut mekânlar Michel De
Certeau’nun“strateji” ve “taktik” ayrımından hareketle incelenecektir.
Ulus Kavramı Üzerine
Ulus yani latince olarak “nasci”; her ne kadar soya, ırka, kan bağı ilişkisine gönderme yapsa
da milliyetçilik ile ilgili kuramlar tarafından bu şekilde kullanılmamaktadır. Bunun sebepleri
arasında hiç şüphesiz biyolojik olarak saf bir ulusun var olmayacağı gerçeğinin düşüncesi yatar.
Ayrıca Avrupa’nın kanlı faşist dönemine referans vermesi dolayısıyla bu tanımdan utanılması
da diğer bir sebep olarak gösterilebilir (Yıldız, 2001, s. 25-29). Ulus, kelime anlamı alanı itibariyle
aslında farklı ulusların var olabileceğine işaret etmektedir. Hâlihazırda modern devlet pratiği
öncesine kadar dünya farklı birçok ulusun beraber olabildiğini tecrübe etmişti. Fakat sonrasında
ulus ile etnisite birbirine karışan ifadelere dönüştü. Bir önceki pratikte birbirinden farklı birçok
etnik bir ulusun altında toplanırken, şimdi ulusların hızla “etnikleştiği” görülmektedir (Kalaycı,
s. 92). Böylece yukarıda da bahsi geçen iktidar ilişkisinden doğan gerilim, iki kavram arasındaki
bir hiyerarşik yapıyı kurgulamaktadır. Ulus fikri artık genel olarak, kantitatif çoğunluğa atıf yapmayı tercih ederken, aynı zamanda kitle kültürü, ortak ekonomi, yasal hak ve görev, ortak mit
ve tarihi belleğin toplamı olarak görülmektedir (Kalaycı, s. 98). Böylelikle birçok alana birden
atıf yapan ulus kavramı ortaklıkları arttıran bir unsur haline de gelmiştir. Çoğunluğun mutabık
olduğu bellek düşman ve dostun tanımını yaparken aynı zamanda kullanılan dile, toprağa hatta
kimi zaman dine bile gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla ulus kavramının kendisi, portatif bir
aparat vazifesi görerek kitlelerin kabul ve inançlarının yükseldiği ortak zemini oluşturma görevini üstlenmiştir.
Ulus devletler bu tanımlamalar yardımıyla, kendi varlıklarını meşrulaştırmanın yanı sıra,
kendi geçmişlerini üretirken gelecekteki düzenlemeler için yine bu tanımlamaları araç olarak
En Kadim Kader: Muhacirlik
63
kullanmaktadırlar. Tanımlamalar dolayısıyla oluşturulan bu araçlar, tarih yazımında ana karakterler olarak kullanılmaktadırlar. Bu durum bir tarih yazımını zorunlu kılmıştır. Yazılan bu tarihte ise dost, düşman, iç, dış düşmanların tanımlamasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla yazılan
ulusal tarih, tasfiyeyi zorunlu kılmıştır. Tasfiye, kendi gibi olamayanlardan uzun vadede toprakları temizlemeyi kısa vadede ise onlardan ayrışmayı tavsiye etmektedir. Bu da göçün motivasyonlarından biridir. Bulundukları topraklarda düşman olarak adlandırılan topluluk, kendinden
ayrışan ve onlar üzerinde farklı yasaları işleten iktidardan kopmayı mecburi görür ardından da
zaten öteki olarak görülen topluluk sınır dışı edilerek zorunlu göçe maruz kalır. Bunların tamamı
elbette göçün kısmi ve yüzeysel sebepleridir. Bu da zorunlu göçe maruz kalan her muhacir yada
göçmenin bilmedikleri topraklara sürüklenmesine sebep olan ulus, etnisite, milliyetçilik ve ulus
devlet fikrinin gelişim sürecinin kendisidir.
Modern yaklaşım ile devlet, yapısı ve doğuşu itibariyle ulus ve ulusal gibi kavramlara sıkça
atıf yapan ve onlar üzerine kurulan bir modeldir. Ulus devlete meşruluk veren ise ulus fikri ve
etnisite tanımlarına bir de milliyetçilik fikrinin eklenmesidir. Bu süreçte, milliyetçilik aydınlanmanın idealize ettiği bir format ile anlamlandırılmıştır. Aydınlanmadan hareketle yapılan tanım
olarak milliyetçilik, ilerleme ideali taşımaktadır. Milliyetçiliği de kullanarak gücün sahibi konumunda olan devlet, istediğini yapabilme konusunda herkesten daha fazla bağımsızdır. Modern
devletin bu yapısı milliyetçilik ve ulus fikri ile beslendiğinde ise, ortak geçmişe ve geleceğe sahip
bir topluluğun oluşması koşulu gerekli görülmüştür. Ortak bir toprak algısını, ortak bir kültürü
inşa eden devlet kimi zaman kendini reel gösterenler ile kimi zamanda efsane ve mitlerle kutsallaştırma yoluna gitmiştir. Kahramanlık hikâyeleri, ulusun bağımsızlığı için çırpınan, diğerkam
karakterlerin yüceliği vasıtasıyla üretilen ortak aidiyetler, kurgulanan vatandaşın bilinç oluşumda önemli rol oynamaktadır. Kurgulanan bu senaryoda dostun ve düşmanların tahlili ve tespiti
yegane güç konumunda olan devlet tarafından milliyetçilik ideolojisi ile yapılmaktadır. Bu kurgunun geleceğe taşınması içinkimi zaman bedensel ritüellerden de faydalanmaktadır. Tüm bunlar
için de devlet topraktan ve kültürden faydalanmaktadır. Yani devletin ulus kisvesine bürünmesi
akıllara Arjun Appadurai’nin milliyetçi ideolojiyi fikrini akıllara getirmektedir. Appadurai’ye
göre milliyetçi ideoloji toprak ve kültürün ulusallaşmasını sağlamaya çalışmaktadır(Appadurai,
2000).
Ulusun inşası sürecinde devletlerin, ortak bir kültüre olan ihtiyacı, ortak kültürün gelişimi
için sarf edilen çabalar, aslında beraberinde homojenleştirici çabalar olması münasebetiyle
kültürel bir asimilasyonu çağrıştırabilir. Ortak bir kültürün inşası meselesi, hakikatte belirlenen bir kültüre çoğunluğun uyması olarak görülebilir. Çoğunluğun bu kültüre uyması meselesi
tersten okunduğunda farklı olanların tespit edilip ötekileştirilmesi işlemi olarak düşünülebilir.
Bu işlemde farklı kültürlerin asimile edilişi ile mümkündür. Gücünü topraklarından ve ortaklıklarından inşa ettiği aygıtlardan alan devlet, Appadurai’nin de belirttiği gibi bunu milliyetçi
ideolojinin sunduğu -toprak ve kültürü ulusallaştırma yöntemi ile- yapmaktadır. Modern devlet,
toprağın ve kültürün oluşumunu sağlamayı amaçlarken aynı zamanda onu milliyetçilik ideolojisi ile güvence altına almaktadır. Böylece farklı zincirlerle sabitlediği gücünün devamlılığını
sağlamayı hedeflemektedir.
Ulus devletin hedeflediği bu amaçlar kısmen başarılı olmuş gibi görünse de en azından makalenin de anlatılar vasıtasıyla ulaştığı kanaat bu değildir. Azınlık olsalar da muhacirler, ulus
devlet politikalarının asimilasyonundan kısmen de olsa kendilerini mekânsızlıkları sebebiyle
geliştirdikleri taktikleri vasıtasıyla kurtarabilmişlerdir denilebilir. Toprağın mülkiyeti üzerinden
iktidarını üreten yaklaşım tarzı, aynı zamanda bireyler arasındaki statüyü temsil eden aracın
da değişmesine sebep olmuştur. Eskiden aristokrasi ya da kilise maddi veya manevi zenginli-
64
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
ğin sembolü iken sonraları ulus, milliyetçilik ve toprak üzerinden tanımlanma statü belirleyicisi
olmuştur(Kalaycı, 2008, s. 95). Şu haliyle doğup büyüdükleri topraklarda yabancı, göç şiddetiyle
yerleştikleri topraklarda da yabancı kabul edilen muhacirler, bu statüyü kullanamamışlardır.
Ekonomik Krizi Aşmak İçin Çokkültürcülük Fikri
Kavramlar bir yanıyla belirli bir karışıklığı giderebilmesi açısından sürece bağlı üretilen formlardır. Sürece bağlı olarak üretilen çözüme, tanımlamaya kilitlenmiş her kavram, ancak o koşullar ve o süreç için bir anlam ifade edebilir. Bu bakış ile beraber “çokkültürcülük” kavramının oluşum sürecinden kısaca söz etmek gerekirse;farklı kültürleri bir araya toplama gayreti ulus devlet
açısından zorunlu bir amaç hâline gelmiştir. Bu zorunluluk sebebiyle farklı kültürlere ait olan
bireylerin tek ulus fikri şemsiyesi altında toplanması projesi uygulanmıştır. Tek ulus fikri, çokkültürcülük projesini tepeden inme bir analiz ile farklı kültürleriaynı potada toplamayı gerekli
görmüştür. Bu gereklilik ise hiç şüphesiz bir yanıyla bireylerin ucuz emek, işgücü ile modern
devletin ekonomisine katkı sağlaması olacaktır.
Kavramsal açıdan devam etmek gerekirse; sıfat olarak “çokkültürcülük” kavramı 1941 yılında
bireyi yalın ve çıplak olarak yani bağsız ve önyargısız tahayyülü ile oluşan kozmopolit bir toplumun nitelendirilmesi için kullanılır (Doytcheva, 2009, s.15).Bu tanımlama ile çok kültürcülüğün
vurgulanması ulus devlet politikalarının uygulandığı yeniden oluşturulan ülkeler için geçerlidir.
Bununla berabermübadele yıllarında göç almış ulus devletlerkültürel çeşitlilik meselesine daha
fazla vurgu yapmıştır. Nitekim teoride de MilenaDoytcheava’nınaz önce belirttiği gibi çokkültürcülük, yalnızca özel düzenlemelerden yararlanılan birkaç tarihsel topluluğun değil kökeni ne
olursa olsun ‘bütün’ bireylerin kültürel olarak tanınması projesi olarak ifade edilmektedir.
Toplumlar bu tanımlamalara kadar idealize edildiği anlamdan uzak bir çeşitlilik tecrübesi
yaşamıştır. Bu tecrübenin her parçası da kuşkusuz şiddetin çeşitlerini barındırmış ve barındırmaktadır. Dolayısıyla çokkültürcülük ile ivme kazanan ve bütün dünyada tekrarlanan Alain
Tourraine’nin “farklılıklarımızla eşitiz” sloganı (Tourraine, 2007, s.69) anlatılar ışığında pratik
hayatta karşılık bulamadığı gibi acı tecrübeleri de barındırmaktadır. Gündelik hayatta kısmen
de duygusal bir süreç olarak izleyebildiğimiz çok kültürcülüğü, bir proje olarak yeniden ekonomi
tabanlı düşündüğümüzde ortaya daha farklı sonuçlar ve analizler çıkmaktadır. Ulus devletlerin
kültürel çeşitliliğe karşı, tarihlerinde görülmeyen bir ilgi ile yaklaşmaları konuyu ekonomik ve
politik yanlarıyla da değerlendirmenin mecburi olduğu fikrini akıllara getirmektedir.
Bu mecburiyeti Arif Dirlik’in konuyla ilgili yorumlarının ardından David Harvey’in düşünceleri ile detaylandırmaya çalışacağım. Devletlerin el birliği ile destek oldukları çokkültürcülük
acaba yalnızca kültürlerin “özerk” olması ve “tanınmasını” ya da bireyleri bağsız ve salt kendileri olarak düşünmeyi mi sağlıyor? Bu noktada Dirlik ve Harvey farklı düşünmektedir. Bir proje
olarak çokkültürcülük bireylerin kurtarıcısı konumunda değil, devletlerin ekonomik kurtarıcısı
konumundadır. Birbirinden farklı gündelik hayat pratiklerine sahip olan bireylerin arasındaki
farklılıkların çeşitlilik olarak görülmesi birey olarak bir kimsenin çıkarı değildir. Devletler tarafından çeşitlilikler ile zenginlik vurgusu yapılırken zorunlu göç sebebiyle ikamet eden bir kimse
çeşitliliğin zenginliğini ve saygıyı anlatmak yerine çektiği sıkıntılardan bahsetmektedir. Başlangıçta uyuşmazlık olarak gösterilen farklılıklar tasfiye edilirken sonraları aniden zenginlik olarak
kabul görmesi hayli düşündürücüdür.
Böylece bu proje, mevcut dünya ekonomi-politiğinin ortaya attığı sorunları cevaplayan ve
yine mevcut ekonomi-politiğin karşılaşması muhtemel güçlüklerin çokkültürcülük ve uyuşmazlık analizi gibi nosyonlarla çözülmeye çalışılmasından ibaret olabilir. Yaşanan ekonomik buh-
En Kadim Kader: Muhacirlik
65
ranlara alternatif bir çıkış kapısı olarak kültürel çeşitlilik dolayısıyla zenginliğe atıf yapılıyor
gibidir. Bu noktada çok fazla meşhur olmasa ve akademik anlamda ciddiye alınmasa da Arif
Dirliğe atıf yapmak mecburidir. Buna önemli bir örnek olarak The Harvard Business Review’in
ulusötesileşmenin ve çokkültürcülüğün en başta gelen ve (Birleşik Devletlerdeki) ilk savunucusu
olması manidardır. (Dirlik, 2005, s. 121). “Harvard Business Review” in manidarlığını daha da arttırarak, review’in sürekli yazarı olan ve kapitalist dünya ekonomisinin içindeki gelişmeleri “akıllıca” analiz eden ve ‘sınırları olmayan ekonomi’yi savunan Robert Reich’in Başkan Clinton’ın en
yakın arkadaşlarından biri olması Dirlik tarafından tesadüfü kabul edilmemektedir.
Böylece Dirlik çokkültürcülükte yaşanan bu mühendisliğin postkolonyal ile aynı paralel üzerinde olduğunu savunur. Söylem olarak vurgulanan çokkültürlü olma hali, var olan bu projenin
Avrupa merkeziyetçiliğin kapitalizm ile bağının ifşası konumundadır. Bu ifşayı da desteklemesi
bakımından David Harvey’in büyük guru ekonomistlerin vardığı noktayı G8 üzerine yaptığı bir
konuşmadan bulabiliriz.Konuşmada 1987 krizinin çözümünde diğer uluslarla beraber hareket
edilmesinin zorunluluğundan söz edilmektedir. Ekonomik olarak yaşanan bir sıkıntının aşılması
diğer uluslar ile mutabakatı zorunlu kılmaktadır.
1987’deki borsa çöküşünün başlangıcında, bilirsiniz Kara Pazartesi… İşte 1987’deki bu dönemde ve sonrasında… 1987’de olup biteni nasıl anlamalı? Minvalinde soruların sorulduğu “büyük adamların” katıldığı toplantılar yapıldı. Bir ekonomist olarak onlarla aynı fikirde olamazdım ancak ortaya çıkan bir şey vardı. Bu da gayet herkesin uzlaştığı bir şekilde,
ABD’nin artık tek taraflı karar alacak konumda bulunmadığı ABD’nin tek başına bu türden
bir kriz ile öyle kolay kolay baş edemeyeceği ve bu durumun uluslararası anlaşma ve eylem
gerektirdiğiydi.3 (Harvey, 2011)
Buradan da anlaşılacağı gibi tarih yazımında düşman olarak kodlanan uluslar, ekonomik açmazlarda ihtiyaç duyulabilecek kurtarıcılar olarak görülmektedir. Öncesinde düşman olarak adlandırılan iki ulusun bu krizi aşabilmesi için ise devletlerin artık kültürel farklılığa değil kültürel
renk ve çeşitliliğe atıf yapması gerekli görülmektedir. Hem uluslararası düzlemde hem de ulus içi
ekonomik adımlarda bu gerekli görülmüştür. Zira kültürel farklılık dolayısıyla çeşitliliğe yapılan
gönderme ile devletler bünyelerinde farklı aidiyetlere sahip ve yaşadıkları şehirde tutunmaya çalışan bireyleri kolayca ucuz işçi olarak görüp, çalıştırabilmektedir. Çünkü ihtiyaç sahibi ve yeni
bir yaşam alanında ayakta durmaya çalışan kimse hali hazırda ikamet eden bir kimseden daha
az ücrete daha çok çalışabilir. Gerçekliğini kabule zorlayan bir kent efsanesi olarak muhacirlerin
çok çalışkan olmaları gibi. Ayrıca bu hali hazırda ikamet eden bireyler arasındaki rekabeti de
teşvik eden bir yapının oluşmasına katkı sağlar. Tüm farklılıklarına rağmen bireyler ortak bir
ekonomik çevrede rol alırlar.
Farklılıkların belirgin bir biçimde tartışıldığı toplumlarda ise ucuz iş gücü sahipleri ikamet
edecekleri yeni yerler aramaya başlayacaktır. Dolayısıyla farklılıkları belirginleştirmek ve öteki
fikrini beslemek bu şekilde düşünülünce ekonomik anlamda devletlere katkı sağlamamaktadır.
Devletler tarafından tepeden inme ifadelerle farklılığın zenginlik olduğu vurgusu pratik hayatta,
hayatın içinde daha farklı işlemektedir. Bu durum makalenin oluşmasına büyük oranda katkı
sağlayan iki minör tarih denemesi ile gösterilebilir. Böylece farklılıkların zenginliği çağrıştırması durumu devlet söyleminden farklı olarak pratik hayatta nasıl duruyor anlayabiliriz. Ayrıca
devletin kendilerinin farklılığına ne derece ehemmiyet verdiğine olan inançları ve devlete olan
güvenlerini de fark edebiliriz.
3 David Harvey’in konuşmasından alıntılanan bu pasaj, Ömer Faruk Peksöz tarafından bu makaleye mahsus tercüme edilmiştir.
66
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
Gündelik Hayatta Muhacir Olmak
İnsanın nerede olduğu sorusuna aşırı ağırlık vermesi, otlakların
sınırlarına dikkat etmek zorunda olduğu göçebe kabileler
zamanından kalmadır.
Robert Musil, The Man Without Qualities (Musil, 1965, s.12)
Göç eden muhacirler belirli mekânlara yerleşmiş veya yerleştirilmiştir. Sınırları belirgin olan
mekânlar varsa sınırlar arasında MichelFoucault’un deyimiyle panoptik yani gözetime dair bir
uygulama vardır (Foucault, 2000, s.304). Michel De Certeau’nun kurduğu sistematik; mekânın
kendisinden yükselen bakış, yabancı güçlerin gözlemleyebileceği, ölçebileceği, denetleyebileceği bir bakışı oluşturur. Üst otorite, baskın güç, kendine özgü bir strateji oluşturur. Bu strateji, sınırları belirli bir mekâna ihtiyaç duymaktadır (Certeau, 2009, s.110). Mekânın kendisi yaşam alanı etkileşim alanıdır(Çeğin, Tatlıcan, 2010, s. 314-318). Oyun alanının kurallarını, sınırlarını tek
erk olarak strateji belirler. Mekânın kendisini, makale özelinden hareket ile zorunlu göç sonrası
Türkiye olarak aldığımızda, çokkültürcülükve bir arada yaşamın kutsandığı teorilerin “stratejik”
bir uygulama olduğu benzerliği ortaya çıkacaktır. Ayrıca yine aynı teoriler vasıtasıyla muhacirlerin ve yerlilerin (agency) sürekli olarak denetlendiği, haklarında karara varılan, çeşitli düzenlemelere tabi tutulan bireyler olarak kabul edildiği görülmektedir. Fakat bu kabul “strateji”nin
varlığını krize sokmaktadır. Şöyle ki;
Sınırları belirgin olan yaşam alanı üzerinde her ne kadar strateji “panoptik” bir rol üstlenmiş
olsa da. Muhacirler strateji tarafından yadsınan aktörler olarak, “mekânsızlık” üzerinden, hesaplı bir eyleme başvurmuşlardır. Bu hesaplı eylemin adı “taktik” tir (Certeau, 2009, s.117). Taktikte,
eylem alanı olarak yalnızca ötekinin mekânı kullanılır. Muhacirler ise tam da bu mekânsızlık
üzerinden kendilerine özgü anlatılardan, damıtarak ürettikleri taktikler sayesinde, gelecek nesillere hayatı kolaylaştırıcı, yaşam haritaları sunmuşlardır. Muhacirler, bunu kendilerine ait ol-
Rukiye Hacıyeva’ya ait albümden; Rukiye Hacıyeva ve okul arkadaşları sene 1947.
En Kadim Kader: Muhacirlik
67
mayan, onları tamamen içermeyen belli bir mülkiyete sahip erkin gözetiminde, aynı erkin açtığı
çatlakları son derece hassas ve özenli bir biçimde kullanarak yapmaktadır. De Certeau’nun tabiriyle “taktik zayıfın sanatı” olmuştur(Certeau, 2009, s.116). Bu ise doğadaki bazı canlıların var olmak için büyük bir maharetle uyguladıkları simülasyonlar, hamleler ve oyunlarla benzerlik gösterir. Geçmişten bugüne uzanan zayıfların sanatı taktikler zinciri, dilsiz bellektir (Certeau, 2009,
ss.116-118). Dilsiz bellek kendine özgü bir minör tarih üretir. Bu minör tarih kendi bağlamında bir
arada yaşama yapılan vurgunun hakikatini sorgulamakta ve kendi geçerli gerçekliğinde ötekiliğin giderilmesine karşı durmaktadır. Şimdi Rukiye Hacıyeva ve Fatma Pehlivan’ın anlatılarıyla
dilsiz belleğin anlatılar vasıtasıyla inşa edildiği minör tarihi incelemeye çalışalım.
Biz Bulgaristanlıydık, çocukluğumda şu anda olduğu gibi birçok Bulgar arkadaşım vardı. Orası bizim memleketimizdi. Her birimize birer isim verdiler. Benim adım mesela
Bulgaristan’da Rukiye değildir. Başka bir şeydir. Sanıyorum ki bizi ailemizde aldığımız kültürden koparmak istediler. Çünkü benim adım evde Rukiye, okulda başka bir şey. Olacak şey
değil. İlk göçler başladığında babam oradan ayrılmak istemedi. Bizim Bulgaristan’da eğitim
almamızı istedi. Çocuklar büyüsün mesleklerini ellerine alsınlar Türkiye’ye mecbur kalırsak
gideriz dedi. Öylelikle biz orada kimliğimizi gizleyerek yaşadık. Türkçe konuşmuyoruz, yasak. Gerçek adımızı söylemiyoruz yasak, yasak bol4.
Anlatıda da belirtildiği gibi, memleketini Bulgaristan toprakları olarak belirlemiş olan muhacirler, göç öncesinde topraklarında yaşamaya devam edebilmek, hayatta kalabilmek için çevreye
özgü taktikler geliştirmişlerdir. Bu süreç içerisinde öteki olandan sakınma, saklanma refleksi bir
müddet devam etmiştir. Bu refleksler öncesinde etnik çeşitlilik bir ulus altında toplanabilirken
sonrasında, ulusların hızla “etnikleştiği” dönemde, farklı olarak kabul edilen unsurların gizlenme süreci başlamıştır(Zizek, 1997). Ulus-devlet politikalarıyla oluşturulmaya çalışılan arı vatandaş kurgusu, çatışma ortamı oluştursa da kültür ve anlatılar, zamana özgü sistemler kurgulayarak neslin korunmasını sağlayacak hesaplı eylemleri barındırmaktadır. Bu göçü, memleketlerini
terk etmek olarak algılayan muhacirler, terk ettikleri diyarda kendi çevrelerinde mutlak anlamda
bir uyuşmazlık olduğuna ikna olmamışlardır. Bulgar arkadaşlarının varlığından ve hala da onlarla bağlarını koparmamış olmalarından bunu kolaylıkla anlayabiliriz. Dolayısıyla Rukiye Hacıyeva Bulgaristan’da yaşadığı süre zarfında yakın ilişkilerinde bir uyuşmazlık ve uyuşamama hali
olmadığını anlatmaktadır.
Uydurulan hayali tarafların uyuşmazlık yaşaması ulus devlet politikaları için makbul vatandaşın üretimine giden yolun kendisidir. Böylece tek din, tek dil ve tüm aynılıklar üzerinden
inşa edilen taraflara ideoloji yüklemesi ve kontrolü yapılır. Farklı ideolojilerin kontrolü Louis
Althusser’e göre egemen ideoloji tarafından yapılmaktadır. Egemen ideoloji tüm her şeyi kapsayan evrensel küme mahiyetindedir (Althusser, 2002, ss.33-37). Bu genel formülde ise ulus-devlet
politikaları egemen ideoloji formatındadır. Yine benzer vurguların yapıldığı Fatma Pehlivan’ın
anlatısını inceleyelim.
Bulgaristan’dan ayrılmaya mecbur bırakıldığımızda babamın çok ağladığını hatırlıyorum.
Ben o zaman küçüktüm yani on iki yaşlarında bir kız çocuğu hükümetin bizi istemediğini
hatırlıyorum. Annemin ayrılırken Bulgar komşularıyla çok ağladıklarını bilirim. Babam
çalıştığı işinden Türk olduğu için kovulmuş. Ben o zaman öğrendim Türk olmak ne demek.5
4 Rukiye Hacıyeva.
5 Fatma Pehlivan.
68
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
Anlatıda geçen, öteki olma hâlinin yüklemesinin yine egemen ideoloji tarafından yapıldığına şahit olmaktayız. Anlatılarda da muhacirliğin arifesinde tecrübe edilerek öğrenilen
Türk olma hâli, ötekilik, başkalık tanımlamasıdır. Fatma Pehlivan kendi çevresinde bu ayrımı
hissedemezken Türk olduğu için babasının işten çıkarılmasıyla farklılığını hissetmiştir. Kendi sosyal yakın çevresinde bu türden bir mesaj
almamış olma hali bireyler arasındaki ayrımın
tepeden inme olduğunu göstermektedir. İnsanların ırksal bir ayrım yapmaksızın yakın çevre
dostluklarınıoluşturmaları bunun en büyük
göstergesidir. Böylece Bulgaristan’dan ayrılış,
topraklardan ayrılışın öyküsü olmaktan çıkmış, dostlardan yakınlardan ayrılışın sembolik
“hafıza mekânı”( Nora, 2006, s.20-30) hâline
dönüşmüş şeklidir.
Bu anlatılarda zorlama bir gayretle ‘uyuşFatma Pehlivan’ın albümünden; Kendisine göç yıllarını hissetmazlık’ tespit edilecekse şayet,hali hazırda
tiren bir fotoğraf olduğunu dile getirdi. Ailecek Bulgaristan’da
farklılıkları ile beraber yaşayabilen insan
çektirdikleri son fotoğraf, çocuklardan en büyüğü Fatma Hanım,
gruplarında tespit edilmemelidir. Uyuşmazlıon iki yaşında, sene 1954
ğın kendisi ulus-devlette aranmalıdır. Çünkü
ulus-devlet, ArjunAppadurai’nin tanımlamasıyla toprağı ve kültürü ulusallaştırarak milliyetçi
ideolojiyi yüceltmektedir(Appadurai, 2000). Ayrıca farklılıkların bütününe yabancı (alien) kalarak, kültürlerin esnekliği dolayısıyla oluşan bir üst kültürün uyum hâlini, uyuşmazlık olarak
kodlayıp, analiz etmekte ve bu bir üst kültürü tahliye etmeyi amaçlamaktadır. Zira modern devletler homojenleştirici ulus inşası politikalarıyla, yapılarındaki farklı nüfusu ortak ulusal kültüre evirmeye çalışırlar ki bu da toplumu asimilasyonun farklı bir boyutudur (Kalaycı, s.96).Bu
durumda,yaşam alanlarını şekillendiren faillerve ürettikleri kültür yelpazesi neredeyse yokmuş
gibi davranılmıştır.
Şimdi Rukiye Hacıyeva’nın Türkiye’de ve Bulgaristan’da öğretmenlik yaparken tecrübe ettiği
mekânsal olarak farklı, fakat niteliksel olarak aynı paralellikteki anlatılarını inceleyelim.
Eğitimim sonunda, öğretmen olarak çalışmaya başladım. Öğretmenlik yaparken, müfettiş
geldi, oturup dersi dinledi. Ders sonunda dersi işleme tarzıma hayran kaldığını belirtti. Sonra notumu vermek üzere tam adımı istedi. Benim soyadım Bulgar soyadına benzer, o zamanlar biz soyadımız ile anılırdık. Adımın Rukiye olduğunu söyleyince kafasını kaldırdı. ‘Çok
iyi bir öğretmensiniz, dilimizi de çok iyi konuşuyorsunuz, ama kusura bakmayın ne olur,
ben size on puan verirdim. Fakat adınızdan dolayı tam not veremem. Teftiş memuru bunun
hesabını bana sorar. Bu yüzden affınıza sığınarak sizi de beni de zora sokmayacak bir not
veriyorum.’ Dedi. İnsan o zaman hissediyor çocuğum, onlar seni görmek isteseler de kendilerinden gibi göremiyorlar.6
6 Rukiye Hacıyeva
En Kadim Kader: Muhacirlik
69
Sene 1956, Rukiye Hacıyeva öğretmen olarak görev yapıyor. Kadınlara Bulgaristan’ın olanaklarının tanıtılması için rehberlik yaparken
çekilmiş bir fotoğraf. Resmin tam ortasında kalabalığın önünde genç bir kadın olarak tebessüm ediyor. Rukiye Hacıyeva bu gezilerin
hükümet tarafından düzenlendiğini belirtmiştir.
Anlatıda yer alan vaka, Bulgaristan’da resmi alanda öteki olmanın sıkıntılarına işaret etmektedir. Anlatının aktörleri, tarafların sınırlarını kurgularken, anlatının aktardığı hakikatin bütünü dinleyicinin zihninde salınır. Muhacirler özelinde yapılan vurgu ile kendilerinin de başarılı
olabileceği, fakat başarısının tescili ve takdirinin öteki olan yabancıdan beklenmemesi gerektiği
vurgulanır. Muhacirin öteki özelinde yaptığı analiz ise; yaptığından memnun olmayan, zararsız
ama yabancı ve güven telkin etmeyendir. Zira Ernest Gellner’in de tabiriyle öteki birey mecburi
bir milliyete aittir(Gellner, 1983, s. 35). Bu milliyet ise mecburi olarak inşa edilendir. Anlatıda da
bunu görebiliriz, isminden dolayı bir inşa süreci yaşanmaktadır. Aslında Greenfeld’in sunduğu
farklı bir bakış ile de ulus ve milliyetçilik fikri bir statü aracı olarak kullanılmaktadır. Eskiden
aristokrasi ve zenginlik ya da kilise tarafından statü sağlanırken şimdilerde başka bir pratik
dikkat çekmektedir. O da ulus ve milliyetçiliğin beyanı ile kazanılan statüdür(Greenfeld, 1992).
Böyle bir süreçte anlatıların işaret ettiği ise ulus-devletin sahip olduğu, egemen ideoloji ya da
söyleme yapılan eleştiri olabilir. Böylece uyuşmazlığın tek, vücut bulan, somutlaşmış, hissedilebilir mekanizması sembolize edilmiş olur ki bu da ulus devletin kendisidir. Zira anlatıda da bir
müfettiş karakteri göze çarpmaktadır. Bu ise devletin ideolojisinin ete kemiğe bürünmüş halidir.
Yine Rukiye Hacıyeva’dan aktaracağım anlatı, Türkiye sınırlarında geçmektedir. Benedict
Anderson’nun tanımlaması ile modern devlet koordinesiyle hayal edilen ulus fikri,-ki kendi deyimiyle hayali bir cemaat olarak ulus- icat edilmiştir (Anderson, 2011, s. 160-173). Böylece farklı
mekânlarda benzer paralellikteki tepkilerin varlığı, mekanik olarak ulusun icadına işaret etmektedir. Bu anlatı mekânsal olarak farklılık göstermiş olsa da Bulgaristan’da tecrübe edilen durumun bir benzeri niteliğindedir.
70
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
Ben öğretmenlik yapmaya başladım buraya
gelince, öğretmen arkadaşlarım sürekli rekabet ediyor benimle. Memurlara dil maaşı
veriliyordu. Ben de girdim sınavlara, İngilizcem vardır. İmtihanı kazandım. Maaşımı
aldım baktım eksik, sonrasordum niye eksik
veriyorsunuz dedim. Muhacirlere böyle dediler. Ben dinler miyim bu safsatayı, neyse
bir sürü uğraştan sonra paramın tamamını
aldım. Ama tabi bir çoğumuz böyle ya da
benzeri şekilde kandırılmıştır eminim.7
Anlatıda da belirtildiği gibi muhacirler her
iki mekânda da kimi zaman dolaylı, kimi zaman dolaysız bir ötekilik hâli yaşamışlardır.
Milliyetçilik EricHobsbawn’a göre dil etnik köken ortaklığının yanı sıra, ortak toprak, ortak
tarih ve ortak kültürel özellikler ulus fikrinde
önemli yapı taşlarıdır(Hobsbawn, 1995, s. 125130). Muhacirler ise “ortak” olan yapı taşlarında yaşadıkları tecrübeler dolayısıyla “yoksun”
kalmışlardır. Her iki toprak parçası üzerinde
Rukiye Hanım’ın tahminine göre sene 1990. Türkiye’de bir
de arada kalmışlığın sembolü niteliğindedirler.
öğrencisiyle bir kutlamada çektirdiği fotoğraf.
Çünkü her iki kara parçasında herhangi bir ortak kültüre ait olamamışlardır. Anlatılara göre rekabet duygusu, gruptan dışlanma, güvensizlik,
başkalık (alterity) hâli ile ötekiliğin (otherness) yüklemesi yapılmıştır. Hâli hazırda devam eden
bu süreç muhacirlerin kendine özgü bir kültür üretmesine sebep olmuştur.
Üretilen bu kültür anlatılar ile desteklenirken karşılaşılan durumlara özgü taktikler geliştirmiştir. Anlatılar muhacirliğe özgü kimliğin inşasına yardımcı olurken, tarafların sınırlarını belirlemekte etkin rol oynamaktadır. Yeni nesiller anlatıların hatırlamada araç haline dönüşmesiyle,
hiç bilmedikleri toprakları, evleri, insanları tanır, bilir ve özler hâle gelebiliyorlar. Bilmedikleri
bir yere olan özlemleri nasıl mümkün oluyorsa, bildikleri yaşam alanında öteki olarak hissetmeleri normalleşen bir grup mantalitesi hâline dönüşmektedir. Bu başkalaşım ile kendilerini hiçbir
yere ait hissetmemektedirler. Böylece mekânsızlık üzerinden “taktik üretme sanatı” gelecek nesillere aktarılarak devam etmektedir.
Bulgaristan’a gitmez miyim, fırsatını bulduğumda ordayım! Orada öğretmen arkadaşlarımızla
oluşturduğumuz bir matine vardır. Yani grup işte, Bulgar, Türk karışık bunu söylemek bile
ayıp geliyor. Ben gittiğimde sevdiğim Bulgar arkadaşımda kalırım. Hükümetler savaştı,
biz dostluğumuzu koruduk. E, Aynı şeyleri seviyoruz, beğeniyoruz aynı şeylere ağlıyor
gülüyoruz. Ne farkımız varmış.8
Ayrımın ve ‘uyuşmazlık’ ortamının ulus-devlet politikaları ile yakından ilişkili olduğunu gösteren, hakikatte durumun farklı olduğu ve insanların ırksal bir ayrım yapmaksızın dostluklarına
devam ettikleri gözlenmiştir. Ne ortak toprak parçasına ait olmak ne de ırkların ortaklığı değil,
kültürlerin yakınlığı, ve uyumu dikkat çekici olarak rol oynamaktadır. Kültürün ve bireylerin çift
yönlü etkinliği onların gündelik hayatlarını oluştururken insanlara dair yakınlıklarını da benzer
kültür ve kimlik üzerinden kurgulandığını görmek mümkün. Böylece yakınlık benzer alışkanlıklardan hareket ile oluşturulur.
7 Rukiye Hacıyeva
8 Rukiye Hacıyeva
En Kadim Kader: Muhacirlik
Yakınlık, aynılık, güven anlatılar vasıtasıyla inşa geçmişten referans ile ‘şimdi’ içinde yeniden kurgulanırken mesafe, yabancı, öteki
ve düşman da benzer pratiklerin
sonucunda belirlenir. Mecburi göç
ve muhacirlik sonucu ve devamlı
aidiyet sorunu da günümüze dek
taşınan kodlar ile gelişir ve devamlılığını anlatılar ile sağlar. Bu anlatılar vasıtasıyla doğulan büyülen
yer daima özlenir. Oradaki dostluklar aranır hale gelir. Öncesinde
ayrım ve ötekiliği besleyen devlet
ideolojisi sonraları farklılığın güzelliğine atıf yapsa da acı tecrübeler yaşamış muhacirler bu türden
bir pratiği benimsememişlerdir.
Yaşadıkları göç tecrübesi ve mağduriyetle devletlere yönelik bir
mesafeyi ve güvensizliği daima barındırırlar. Bu mesafe ve güvesizliği gelecek nesillere aktarmaktan
geri durmayarak bunu yaparlar.
Nitekim buna örnek olarak Hüseyin Pehlivan’ın torununa nasihati
verilebilir.
71
Rukiye Hanım ve öğretmen arkadaşları, göçten önce, Bulgaristan.
1980’li yıllarda dedeme üniversitedeki hareketleri anlatırdım. Dedem zeki bir adamdı.
Beni uzun uzun dinledi sonra
dönüp “oğlum devletle oyun
olmaz. Buraları terk etmek
zorunda kalırsın. Yapma çocuğum, sen tahsilini tamamla”
dedi.9
Devlete yönelik daimi bir mesafeyi gerekli görüyorlar ve bunu torunlarına aktarıyorlar. Mesele bir
bedel ödemeye gelince ise yaşadığı toprakları terk etmek zorunda
kalmakla eşleştiriliyor. Muhacirler Fatma Pehlivan ve eşi İzmir, 1965
belki de diğer göçmenlerden farklı olarak -göç hikâyeleri münasebetiyle- toplum içerisinde daima tetikte ve süreci takip ederek en doğru hareketi yapmaya dair bir taktik geliştirmişlerdir. Tıpkı
Fatma Pehlivan’ın ilk ikamet alanları olan Sivas’ı terkederek İzmir’e göç etmeleri gibi.
9 L.Pehlivan
72
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
Sivas’a gönderildiğimizde, ilk gecemizi unutamam, nasıl pis bir eve yerleştik tarif edemem.
Annecim uğraştı durdu temizlemek için, yardım yok, beş parasızsın, Türkçe konuşman onlara benzemiyor. Bazı geceler camlarımızı taşlarlardı. ‘Gavurlar, defolun!’ diyorlardı. Ömrümüz boyunca kovulduk yaşadığımız ve yaşamak zorunda olduğumuz yerden, o günlerden
kalmadır ben de, hiçbir yere gitmek istemiyorum. Babam sağ olsun “böyle olmayacak” dedi.
Bizim memleketimize benzeyen bir yer aradık. Üzüm bağları var dediler İzmir’de tası tarağı
toplayıp İzmir’e yerleştik. Başımızdan böyle bir iş geçtiği için şimdi yeni yerler, yeni insanlar
tanımak istemiyorum. Bu yüzden yabancı yerlerde, yabancı insanlarla ilk geceler beni hala
çok ürkütür.10
Fatma Pehlivan’ın hikâyesinde de gördüğümüz gibi muhacirliğin tanımı ve yeni bir yere yerleşmenin sıkıntıları beyan edilmiştir. Memleketlerine benzer bir yeri aramışlardır. Muhacirler,
kendi memleketlerine benzer, kendileri gibi olan insanlarla bir arada olmaya gayret edip, yaşam
alanlarını ona göre seçmektedirler.Öncesinde kendisine hakaret edilerek ikinci sefer göç etmeye
mecbur bırakılan bir bireyin ise kültürel çeşitliliğin güzelliğine inanması hayli güç görünmektedir. Kaldı ki bu kültürel çeşitlilik ekonomik menfaatler uğruna kullanılan bir araç haline dönüştürüldüyse.
Bir gece kaçar gibi memleketimizi terk ettik. Neyimiz var neyimiz yok sattık. Üç kuruşa sattık
kıymetli taşıyamadığımız eşyalarımızı… Güzel bir evimiz, topraklarımız vardı. Hükümet
resmen bizi soydu. 1989 sonlarına doğru halkta da Türklere karşı bir karşıtlık gelişti.
Anlayacağın çocuğum memleketimiz bize… Biz memleketimize yabancı olduk. Apar topar
mecburen çıktık Bulgaristan’dan. Sanki burada farklı mıydık? Hayır, biz burada da rahat
edemedik.11
10 Fatma Pehlivan
11 Rukiye Haciyeva
En Kadim Kader: Muhacirlik
73
Sonuç olarak anlatılara göre gruptan dışlanma, güvensizlik, başkalık (alterity) hâli ile kültürel anlamda bir ötekiliğin (otherness) yüklemesi yapılmıştır. Hâli hazırda devam eden bu süreç
muhacirliğin kendine özgü kültürünü üretmiştir. Üretilen bu kültür anlatılar ile desteklenirken,
karşılaşılan durumlara özgü taktikler geliştirmiştir. Anlatılar muhacirliğe özgü kimliğin inşasına
yardımcı olurken, tarafların sınırlarını belirlemekte etkin rol oynamaktadırlar. Bir sonraki nesle
aktardıkları bilgiler ile çocukları ve torunları hiç bilmedikleri toprakları, evleri, insanları tanır,
bilir ve özler hâle gelmektedirler. Ve kendilerini hali hazırda yaşadıkları mekâna ait hissetmeyen
bu bireyler sürekli olarak bir temkinli davranmaktadırlar. Bunun en büyük sebebi ise göçten
önce ve sonra yaşadığı toplum içerisinde öteki olarak görülmesidir. Bilmedikleri bir yere olan
özlemleri nasıl mümkün oluyorsa bildikleri yaşam alanında öteki olarak hissetmeleri normalleşerek kabul edilen bir grup mantalitesi hâline gelmiştir.
Anlatıların kurduğu hakikatler toplumun tamamı ile bir uyumun imkanını sorgulamaktadır.
Bununla beraber çatışma olarak kabul gören anlatıların aksine muhacirler göç öncesi topraklarındaki Bulgar arkadaşlıklarına özlem duymaktadırlar. Öncesinde bu pratikleri yaşayan muhacirlerin tepeden inme pratikler zinciri ile şu anda yaşadığı topraklardaki bireyleri ve devlet
politikalarını benimsemesi olanaksız görünmektedir. Buna bağlı olarak da gündelik hayatlarındaki tercihleri farklılaşmaktadır. Tercihlerdeki farklılığın ve ‘aksi’ seslerin, tepeden inme bir
kabulle ulus-devlet politikaları sebebiyle ‘uyuşmazlık’ olarak kodlanması ve uyumlu hâle getirilmesi gereken patolojik bir vaka olarak belirlenmesi, teori düzleminden öteye geçemeyebilir. Bu
şekilde bir değerlendirme ulus-devletin gözlüğü ile sosyal yapıyı değerlendirmedir. Dolayısıyla
uyuşmazlık olarak kodlanan parçalar, ait oldukları bütünde, hayatı kolaylaştırıcı ve hayattaki
farklı bir uyuma işaret eder.
Ulus devlet özelinde, toplumu oluşturan her unsurun büyük bir uyum ile yaşayabilmesi durumu söz konusu değildir, zira grup mantalitesinin ürettiği kimlik, başka bir kimliğin reddedilmesi ile kendini inşa etmek zorunda bırakılmıştır. Muhacir kimliğinin inşası da ulus-devlet politikalarının acı yaptırımları sonucu göç ettikleri topraklar ve yerleştikleri topraklardaki üzüntü,
sevinç, kırgınlık, umutsuzluk hâlleri bütününü içerir. Süreç içerisindeki karşılaşmalar ve etkileşimler sayesinde muhacirlere ait kültür inşa edilerek, anlatılar ile gelecek nesillere kimlik yüklemesi yapılmaktadır. Bireyler sahip oldukları kimlik, dolayısıyla yaşadıkları yeri, tercihlerini ve
alışkanlıklarını şekillendirmektedir. Bu durum ideal anlamda uyum ya da uyumsuzluk olarak
incelenmeye tabi tutulmamalıdır. Kendine özgü olağan bir süreçtir.
Şimdi biz Bulgaristan’da da burada da yaşadığımız yerli olamadık. Buradaki insanlar bize
farklı gözle baktı. Bulgaristan’dakiler farklı baktı. Oradaki yakın çevremi kastetmiyorum.
Çünkü hala Bulgaristan’a giderim orada Bulgar dostlarımın evinde kalırım. Onları tercih
ederim. Onlarla yakınız yani.12
Farklı grup mantalitelerinin olması dolayısıyla biz ve öteki kimlik oluşumu doğal bir süreçtir.
Benzer yaşama pratikleri ile bireyler kendilerine yakın olan grubu tercih ederler. Böylece zorunlu
bir şekilde ayrıldığı topraklardaki dostlukları daima mesafe olarak uzak ama yaşamsal pratikler
açısından yakındır. Hali hazırda yaşadığı mekânı tercih ederken de Bulgaristan’daki dostluklara
has özelliği aramaktadırlar. Kendileri gibi aynı pratiği yaşamış insanlarla beraber olmayı tercih
ederler. Bu yüzden ‘göçmen mahallesi’ sıkça rastladığımız unsurlar haline gelmiştir.
İnsan tabi ister istemez kendi gibi olanlarla yaşamak istiyor. Biz de bu sebepten buraya taşındık daha iyi bir ortam, torunum bizim gibi göç ile gelmiş muhacirlerin çocuklarıyla oynuyor
burada. İyiyiz yani çok şükür, eski oturduğum muhit iyi değildi… Fakat burada böyle yaşasak
da, ben Bulgaristan’ı hep çok özlüyorum… Aklım, gönlüm orada kaldı.13
12 Rukiye Haciyeva
13 Rukiye Haciyeva
74
SOSYAL BİLİMLER RUMEYSA ÇAVUŞ
Anlayacağın çocuğum memleketimiz bize… Biz memleketimize yabancı olduk. Apar topar mecburen çıktık Bulgaristan’dan. Sanki burada
farklı mıydık? Fatma Pehlivan ve ailesi İzmir,1978
Anlatıların kurduğu hakikatler ulus-devlet algısıyla toplumun tamamı ile bir uyumun imkanını sorgulamaktadır. Bununla beraber çatışma olarak kabul gören çeşitlilikler, grubun değiştirilmesi mümkün olmayan, dirençli farklılıkları olarak çokkültürcülük projesine rağmen kendisini
kabule zorlamaktadır. Çokkültürcülük ise ekonomik olarak ulus devletlerin ihtiyacını karşılayan
yeni bir proje niteliğindedir. Kaldı ki çokkültürcülüğün gerekliliği farklılıkların tespiti, deşifre
edilmesiyle mümkün olmaktadır. Ayrıca merkeze ait tek bir kültürün kabul edilmesinin üzerinden farklı kültürlere çokkültürlü denmektedir. Deşifre edilen farklılıkları yegâne güç olan ulus
devlet uyuşmazlık olarak kodlar. Bu işlem ise ulus devletin çıkarlarına yönelik bir adım gibidir.
Çıkarlara yönelik bu yeni işlemin adı ise bir yanıyla ekonomiyi kurtarançokkültürcülük projesidir. Meselenin ilk olarak bir ekonomi dergisinde geçmesi ise hayli manidardır.
Kaynakça
Anderson, Benedict, Hayali Cemaatler. Çev. İskender Savaşır, Metis Yayınları, İstanbul, 2011.
Appadurai, Arjun, “The Ground of the Nation State: Identitity, Violence and Territory”, U. H.
Kjell Goldmann içinde, Nationalism and Internationalism in the Post-Cold War Era, Routledge,
London 2000, s.129-142.
Dirlik, Arif, Postkolonyal Aura: Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi. Boğaziçi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2005.
Foucault, Michel, Entellektüellerin Siyasi İşlevi. Çev. Ferda Keskim, Ayrıntı Yayınları, İstabul,
2000.
Gellner, Ernest, Nations and Nationalism, Cornell University Press, New York, 1983.
Greenfeld, Liah, Nationalism: Five Roads to Modernity, Harvard University Press, Cambridge,
1992.
Hobsbawn, Eric J., Milletler ve Milliyetçilik. Program, Mit, Gerçeklik, Çev. Osman Akınhay, 2.
Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995.
Kalaycı, Hüseyin, “ Etnisite ve Ulus Karşılaştırması”, Doğu Batı (44), 2008, 91-114.
Michel De Certeau, “Gündelik Hayatın Keşfi-I.”, Çev. L. A. Özcan, Dost Kitabevi Yayınları,
Ankara, 2009.
En Kadim Kader: Muhacirlik
Musil, Robert, The Man Without Qualities, Capricorn Books, NewYork,1965.
Nora, Pierre, Hafıza Mekânları, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006.
Tatlıcan, Ümit- Çeğin, Güney, “Bourdieu ve Giddens: Habitus veya Yapının İkiliği”, Ocak
ve Zanaat: Pierre Bourdieu Derlemesi içinde, der. G. Çeğin, E. Göker, A. Arlı, Ü. Tatlıcan İletişim
Yayınları, İstanbul, 2010, s. 314-318.
Yıldız, Ahmet, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (19191938), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.
Zizek, Slavoj, “Multiculturalism, Or, the Cultural Logic of Multinational Capitalism”, New Left
Review (225), 1997, s. 28-51.
Doytcheva, Milena, Çokkültürlülük, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009.
Touraine, Alain, Eşitlikve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek Miyiz?, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 2007.
75