NİSAN 2023
ENKİ
Kültür Sanat Edebiyat ve Hukuk Dergisi
Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz.
Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.
Platon
SAYI NO. 01
Enk
Hukuk Derg s
D j tal Hukuk derg s
sayı 1
N san 2023
[email protected]
Editör
Beytullah Emrah
Yayın Kurulu
Umut Tamur
Yayın Danışmanı
Furkan Akça
Görsel Yönetmen
Elif Taşar
Grafik Tasarım
Beytullah Emrah
Redaksiyon
Elif Taşar
İletişim
[email protected]
hukukenki
Enki Hukuk dergisi, Türkiye'de bulunan
Hukuk fakültesi öğrencileri tarafından
hazırlanmıştır. Dergi yayın ekibine
hasredilmiştir. Tüm hakları saklıdır.
Yazılardan doğabilecek her türlü hukuki
sonuçtan yazarlar sorumludur. Dergi
yönetimi sorumlu tutulamaz.
2
İÇİNDEKİLER
04
Editörden
05
Röportaj
09
Büyük Selçuklu'nu Keskin
Kılıcı: Adalet
12
Modern İnsan Neden Mutsuz?
14
İçerisi
18
Hukuk Bilimi
20
Mecburiyetten Gitmesinler
22
Bernhard Schlink Kitap Tahlili
24
Tarihte Türk-Rumen İlişkileri
26
Aşkın Kutsallığı
27
Ruhumdaki Sessizlik
29
Şiir
30
Dur Art'ık
31
Sporun Dijital Adı: E-Spor
3
EDİTÖRDEN
İlk sayımızın ilk yazısını yazmanın vermiş olduğu heyecan ve sevinç ile sizleri
selamlıyorum. Enki Hukuk olarak sosyal mecralarda başlattığımız bu oluşumu e-dergi
çıkararak devam ettirme kararı aldık. Bu kararı almamızda iki önemli faktör
bulunmaktadır:
Türkiye’nin farklı üniversitelerinde okuyan hukuk öğrencilerinin iletişimsizliğini sona
erdirip birbirlerinden haberdar olmasını sağlamak ve bütün hukuk öğrencilerinin hiçbir
kısıtlama olmadan özgür bir şekilde düşüncelerini ifade etmesini sağlamaktır.
Diğer bir faktör ise bilgi ve bilinçten uzaklaştırılmış hukuk öğrencilerinin kendi bilgisine
ulaşmasını sağlamaktır. Bugüne kadar yazmaktan çekinmiş olan, tecrübesizliğini nasıl
bertaraf edeceğini bilmeyen bütün hukukçu arkadaşlarımız için varız.
Enki dergisi sadece kurulun bulunmuş olduğu üniversitelerin öğrencilerine ait değildir.
Birçok hukukçu arkadaşımız ile birlikte kolektif bir çalışmanın ürünü olan dergimiz
alışılmışın dışına çıkarak sadece bulunduğu üniversite ile sınırlı kalmamıştır. Bu nedenle
dergimiz bütün hukuk öğrencilerinin üzerinde söz söyleyebileceği bir yapıttır.
Dergimiz ayrıştırıcı değil birleştiricidir, kısıtlayıcı değil özgürlükçüdür, dogmatik değil
yenilikçidir, ütopik değil gerçekçidir, itaat eden değil sorgulayandır, suskun değil sesini
yükseltendir...
Uzun zamanlardır dergi çıkarma düşüncesi kafamı kuşatmış bulunmaktaydı.
Bu kuşatmayı zafer ile sonuçlandırmamı sağlayan Umut Tamur ve Sıla Akın
arkadaşlarıma en içten teşekkürlerimi bir borç bilirim. Gece veya gündüz fark etmeksizin
görsel ayarlama ve metin redaksiyonu yapan Elif Taşar arkadaşımıza da teşekkür ve
minnet borçluyuz. Dergi sürecinde asla yalnız bırakmayan dergi kurulunda olan
arkadaşlara da teşekkürlerimi iletirim. Bütün zorlukları birlikte aşarak bu günleri
görmemizi sağladık. En çok teşekkürü ileteceğim kişiler hiç şüphesiz dergimiz için farklı
üniversitelerden yazı yazan arkadaşlardır. Dergi kurulunda olmayıp bizlere eleştirileri ve
önerileri ile yol gösteren arkadaşlara sonsuz teşekkür ederiz.
“Okuyun zira mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor”
Beytullah EMRAH
4
Röportaj
El f Taşar - Av. El f Perçem Karakeç
- Kşsel olarak sz tanımak styoruz. Nerede, nasıl
br ale ve sosyal çevrede doğdunuz, büyüdünüz,
eğtm hayatınız nasıldı?
Tabii ki, kendimi tanıtmadan önce siz değerli
hukuk öğrencilerine çalışmalarınız için teşekkür
ediyor ve geleceğin hukukçuları olacak sizlere bu
yolda başarılar diliyorum. Kendimi tanıtacak
olursam, 1995 yılında Diyarbakır’da doğdum.
Hâlâ burada yaşıyorum ve 2020 yılından beri
avukatlık yapıyorum. İlkokul, ortaokul ve lise
öğrenimini
memleketim
Diyarbakır’da
tamamladım. Üniversiteyi ise Gaziantep’te
okudum. Ailem eğitime çok önem veren bir
aileydi her zaman, bu sebeple hep destekçim
oldular. Küçük yaştan itibaren, özellikle de bir kız
çocuğu olarak okumanın, eğitimin ve öğretimin
dolayısıyla kendi ayakları üzerinde durabilmenin
önemini aşıladılar hep. Küçük yaşlarım hep bu
bilinçle geçtiğinden o sıralar benim için en önemli
şey derslerimdi, okul notlarımdı. Tabi yaş aldıkça
aynı çizgide ilerleyemesem de yine de eğitim
hayatım benim için hep çok önemli bir noktada
oldu. Aynı şekilde çevremde de bu bilinçte olan
arkadaşlarım vardı. Bu sebeple hem bol bol ders
çalıştık hem de bol bol eğlendik. İnanın tekrardan
öğrenci olmak isterdim, klişe gelebilir ama bir
insanın gerçekten en güzel dönemi öğrenci olduğu
dönemdir :)
Neden hukuk eğtmn terch ettnz? Neden
hakmlk, savcılık ya da hukukla lgl daha başka
br ş değl de avukatlığı terch ettnz?
Açıkçası üniversite sınavına hazırlandığım
dönem aklımda hukuk yoktu, zaten sayısal
öğrencisiydim. Evet hukuk bölümü hep ilgimi
çekmişti annemin de hukukçu olmasından
ötürü ama özellikle fakültesini okumak gibi
bir fikrim yoktu. Ailemin de teşviki ile hukuk
fakültesini okudum ve iyi ki de okudum.
Fakülteye girdiğim ilk günden beri hep avukat
olacağımı düşünüyordum zaten. Zaman
zaman her öğrenci gibi farklı fikirlere kaysam
da hep avukatlık fikrine döndüm. Avukatlık
bana her zaman daha bağımsız ve özgür bir
alan olarak gelmiştir. Bunun yanı sıra bizler,
adaletin tesisi noktasında çok büyük bir rol
oynuyoruz ve adaletin temeli de savunmadan
geçer. Yargının kurucu unsurlarından olan
savunma görevini de biz avukatlar icra ederiz.
Dolayısıyla savunma hakkının kutsallığını,
özgür
düşünmeyi,
düşündüğünü
icra
edebilmeyi, bağımsızlığı ve adaleti benimseyen
biri olduğumdan ötürü de avukat olmayı
tercih ettim.
5
Hukuk okuyan arkadaşlara ne tür tavsyelerde
bulunursunuz?
Br hukukçu olarak ülkemzdek hukuk fakültesnde
sayısında var olan artışı nasıl değerlendryorsunuz?
Fakülte sayılarındaki artışın hukuk eğitiminin
niteliğini etkilediğini düşünüyorum. Hukuk
fakülteleri kitap ve notlardan, sınavları geçme
kaygısından ibaret hale gelir oldu. Halbuki bu
fakülteler konuşmayı, yazmayı, akıl yürütmeyi,
gerekçelendirmeyi hedefleyen bir eğitim içerisinde
olmalıdır. Hem hukuk fakültesi sayısının fazla
olması hem de kontenjanların kalabalık olması,
bana göre eğitimi alelade hale getiriyor. İhtiyaçtan
fazla hukuk mezunu, ihtiyaçtan fazla avukat hatta
hakim ve savcı var. Bu vahim durum tabii ki de
hem mevcut hukuk eğitiminin hem de
hukukçuların kalitesini etkiliyor. Bu konu
hakkında daha çok şey konuşulur tartışılır fakat
özellikle de biriken ‘avukat’ sayısına bir an önce
daha çok çözüm yolunun geliştirilmesi gerekiyor.
Hukuk öğrencilerine öncelikle söylemek
istediğim şey bu fakültenin kolay olmayışı.
Aynı zamanda ‘hukuk fakültesi zordur’ ön
yargısını da kırmalarını tavsiye ederim.
Hukukun asla ezber olmadığını bilmeli,
derslere sınavları geçmek için değil hukukun
özünü anlamak için girilmeli. Bence fakülte
hayatında hukuka dair gerçekten çok şey
öğreniliyor. Belki pratikten çok teknik yönü
daha ağır olsa da dersleri düzenli takip edip
devamlılık sağlandığında sonraki meslek
hayatı için büyük bir kazanım oluyor.
Bunların yanı sıra hocalardan çekinmeyerek
merak
ettiğiniz
her
noktayı
onlara
sormalısınız. Kitap okuma alışkanlığı edinip
her türden kitap okunmalı, özellikle de hukuk
ile alakalı kitaplar, makaleler, kararlar
okunmalı. Hatta okumak yetmez hukuk ile
alakalı film ve diziler de seyredilmeli. Bunlar
başta hukuki bir bakış açısı olmak üzere
bölümünüz hakkında size birçok şey
kazandırır. Bunların yanı sıra yabancı dilinizi
de geliştirip, sosyalleşme konusunda da
adımlar atabilirsiniz. Özellikle hukuk fakültesi
öğrencilerinin sosyalleşme konusu çok önemli
bence. Hem üzerlerindeki çekingenliği
atmaları hem de çevre yapmaları noktasında
büyük önem arz ediyor.
6
Avukat olacak arkadaşlara ne tür tavsyelerde
bulunursunuz?
Öncelikle gerçekten avukat olmak isteyip
istemediklerini düşünmeleri gerekiyor. Hangi
şartlarda
avukatlık
yapacaklarını
iyice
araştırmaları gerekiyor. Özellikle de oturarak ve
emek
sarf
etmeden
bu
mesleğin
yapılamayacağının bilinmesi gerekiyor. Çaba sarf
ederek, koşturarak, bu mesleği severek, istediğiniz
noktaya ulaşabileceğinizi düşünüyorum. Bir
avukat için sosyal çevre ve tanınması çok
önemlidir. Bu konuda ne gerekiyorsa ellerinden
geleni
yapmalarını
öneriyorum.
Hukuk
fakültesinden mezun olduktan sonra bir staj
dönemi başlayacak. Bir sürü kişi bu staj dönemini
önemsiz ve gereksiz bulsa da tam tersi büyük
önem arz ediyor ve meslek hayatınızda ilk büyük
adımı bu evrede atacaksınız. Tabiri caizse
avukatlığınız bir bitki ise staj dönemi bunun
tohumudur. Hem adliyede hem de avukat yanında
yapacağınız bu staj döneminde yapılan hiçbir
şeyin boş olmadığını bilmelisiniz. Adliye stajında
duruşmaları bol bol izlemeli, adliye kalemlerinde,
koridorlarında neler yaşanıyor, sistem nasıl işliyor
yakından öğrenmelisiniz. Staj yapacağınız hukuk
bürosunun ise çeşitli ve farklı davalara bakan bir
hukuk bürosu olması mesleki açıdan size bir sürü
avantaj katacaktır.
Aynı zamanda bu süreç boyunca da
avukatmışsınız gibi düşünüp muhakeme edin.
Staj döneminde de çekingenliği bir kenara
bırakıp takıldığınız ve merak ettiğiniz her
noktayı
çekinmeden
sorabilmelisiniz.
Tekrardan bir noktaya parmak basmak
istiyorum. Avukatlıkta nitelikli çevrenin ve
sosyalleşmenin önemini bir kez daha
belirtmek istiyorum. Sosyal ilişkilerinizi
kuvvetli tutmaya özen gösterin. Çeşitli hukuki
seminerlere, çalışmalara katılabilir, dernek ve
vakıflara da üye olabilirsiniz. Son olarak asla
ümitsizliğe kapılmayın, unutmayın hiçbir
emek boşa gitmez. Çalışarak ve severek
birçok şeyin karşılığının alınabileceğini
düşünüyorum. Biz avukatlar bağımsız
savunmayı temsil ederek kamu hizmeti ifa
eden, serbest meslek icra eden kişileriz ve
adalet
terazisine
olan
güvenin
korunabilmesinde çok büyük ve aktif bir rol
üstleniriz. Bu yüzden mesleğimiz çok önemli.
Biz avukatlar ve hukukçular asla ümitsiz
olmamalıyız, yılmamalıyız ve sürekli çalışıp
üretmeliyiz.
7
Stajyer avukatlar cüz br ücret karşılığında
çalışıyorlar ve bu durumdan mustarpler szce
çalışma kapsamının daraltılması çn neler
yapılablr
veyahut
çalışmalarının
kapsamı
daraltılmalı mı?
Stajyer avukatların çalışma kapsamının
daraltılması gerektiğini pek düşünmüyorum.
Çünkü her stajyer avukat çalışmalı, öğrenmeli ve
üretmelidir bana göre. Çalışma alanlarının
kısıtlanması onlar açısından da haksızlık teşkil
eder. Bunun yerine çalıştığı ve emek sarf ettiği
ölçüde ücret alması daha doğru olacaktır. Bunun
yanı sıra; stajyer avukata mesleği ile alakasız iş
yüklenmesi ve işçi muamelesi yapılması da son
derece yanlış ve çoğu zaman bu sorunla
karşılaşıyoruz. Stajyer avukatlar mecburen
ihtiyaçlarını karşılamak için bu cüzi miktarları
kabul edip, bu şekilde çalışmak zorunda kalıyor.
Kıdemli avukat ve stajyer avukat arasında adeta
bir patron-işçi ilişkisi doğuyor. Burada mağdur
olan stajyer avukatlar ve derhal bu soruna da bir
çözüm bulunması gerekiyor. Kıdemli avukatların,
stajyer ve genç avukatlarla meslektaş olduğunu,
aynı zor süreçlerden kendilerinin de geçtiğini
unutmaması ve bu noktada gerekli özeni
göstermeleri gerekiyor.
Bldğnz üzere hukuk mezunu öğrencler önceden
stajdan sonra drekt avukat olablyorlardı fakat
artık mezun olan öğrencler avukatlık sınavına grp
sınavda
başarılı
olduktan
sonra
avukat
olablecekler. Szce avukatlık çn sınavın gelmes
hukuk mezunu öğrencler çn br avantaj mı yoksa
dezavantaj mı her ks de söz konusu se ne gb
avantajlar ve dezavantajlar söz konusu olacaktır?
Avukatlar için hukuk mesleklerine giriş
sınavının hem avantajları var hem de
dezavantajları. Önce avantajlarından bahsedecek
olursak; seçicilik artacağından ötürü avukat
yığılmasının bir nebze de olsa önüne geçileceğini
düşünüyorum. Bu da avukatlar açısından sayı
kontrolünü sağlayacak ve akabinde hem
mesleğin hem de avukatların niteliğinin
azalmasının bir nebze de olsa önüne geçecektir.
Ayrıca rekabetle hareket edileceğinden başarı
oranının
da
artacağını
düşünüyorum.
Dezavantajlarından bahsedecek olursak; her
sınava hazırlanma sürecinde olduğu gibi kurs ve
dershane gibi kurumlar ortaya çıkacaktır.
Üniversiteler bile dershaneleşme yolunda
ilerleyebilir. Bu da hukuk mezunlarını adeta yarış
atına çevirecektir. Yine de bana göre avantajları,
dezavantajlarından daha fazla. Önlem alınmaya
devam edilmezse bu meslek daha çok kan
kaybedip çürümeye yüz tutacaktır. Alınan her
önlem mesleğimizin geleceği açısından çok
kıymetli.
8
Büyük Selçuklu'nun Keskin Kılıcı:
Adalet
Canan Akkaya
(Marmara Üniversitesi Hukuk)
Adaletin konu olarak alınmış olduğu tarihi döneme geçmeden önce bu kavramın yazının konusunu
teşkil etmesinin temeline bakmak gerekmektedir:
Her şeyden evvel adalet olarak adlandırılmış olan bu kavram; insanın maddi ihtiyaçları kadar lüzumlu
olmakla birlikte başka bir boyut olan manevi ihtiyaçlarının da adeta başını çekmekte bir duygu olarak da
insan ruhunda yerini almaktadır. Eksik kaldığı zamanlarda her ne kadar insanın maddi ihtiyaçları
giderilmiş olsa da etkisini gösterir ve maneviyatta bir açıklık bırakır. Buna göre adalet bir durum olduğu
gibi adaletsizlik ile karşı karşıya kalmakta yaşanılması kaçınılmaz bir durumdur günümüz modern hukuk
sistemlerinde. Peki modern hukuk sistemlerinde belirlenmiş olan çeşitli kurum ve kavramların her zaman
için adaleti sağlayabilme gücü olduğundan bahsedebilir miyiz? Bu bakımdan çevremize veya kendi
yaşamış olduğumuz durumlara bakarak modern hukukun düzenlemiş olduğu yüzlerce, binlerce normun
ve bu normların oluşturduğu normlar sistemlerinin adaleti sağlamakta ne kadar etkili olduğunu
görebiliriz. Sonuç olarak günümüzde hakkımızı arayabileceğimiz, başvurabileceğimiz bir hukuk sistemi
ayrıntılı şekilde oluşturulmuşken yazıda ele alınmış olan Büyük Selçuklu Devlet’inde adaleti sağlayan bir
sistem nasıl oluşturulmuş ve ne şekilde işlemişti?
Adil Bir Yönetim Adil Bir Devlet
Büyük Selçuklu Devleti, geniş bir alanda hakimiyet kurmuş buna bağlı olarak çeşitli ırklardan oluşan bir
halkı yönetmiştir. Halk arasındaki din, dil, ırk farklılıklarına adil düzenin gerektirdiği şekilde hoşgörü
göstermiş, amacı hüküm sürdüğü toplumun refah ve huzur içinde yaşamasını sağlamak olmuştur.
Kuşkusuz her devlet düzeninde refah ve huzur içinde yaşamanın yolu halkın ve yönetimin adil bir sisteme
tabi olmasından geçer. Bu sebeple gerek Selçuklu sultanları gerek devlet adamları, idareciler bu amaçla
çalışmış; mazlumu zulümden korumuş, hakkı yenilene hakkını vermeye çabalamış, atamalar yaparken
liyakati esas almış, halkı ezen vergileri kaldırmakla beraber vergi sistemini adil bir düzen içine
yerleştirmişlerdir. Fetih ettikleri yeni topraklarda zayıf ve fakir kesimin zengin ve güçlü sınıfın kölesi
haline gelmesine müsaade etmemiş, onları devletin himayesi altına almıştır. Selçuklular yönettikleri alanda
güçlü bir adli teşkilat kurmuş, görevlendirdikleri yöneticiler de adaletin yerini bulması adına görevlerini
aksatmamışlardı. Kurulan bu adli teşkilat ne sultanın ne de başka bir kurumun baskısı altında kalmış,
bağımsız bir şekilde işleyerek halkın güveni ve itaati sağlanmıştı. Bu noktada düzenin tabi olduğu hukuk
sistemine kısa bir bakış atmakta fayda var.
9
Adaletin İşlendiği Hukuk sistemi
Hukuk sisteminin temellerini Oğuz kabilelerinden gelen gelenekler ve İslamiyet’e
geçişle Karahanlı, Gazne, Abbasi devletlerinin uygulamaları oluşturmaktaydı.
Büyük Selçuklu’da hukuk, örfi ve şeri olmak üzere ikiye ayrılmıştı.
Yargılamanın eski Türk örf ve adetlerine göre yapıldığı sistem örfi hukuk
adını almış; bu davalarda hükümlere karşı gelip toplumun huzurunu ve
güvenliğini bozanlar yargılanmış ayrıca ikta, askeri ve ticari konulardaki
davalara da bu sistemde bakılmıştır. Hukukun ikinci ayağını da başta
belirtilmiş olduğu gibi şeri hukuk oluşturmaktaydı. Şeri hukukta yargıç
kadılar olmuş; miras, boşanma, hayır işleri ve benzeri konulardaki
uyuşmazlıklara çözüm getirmişlerdir. Dönemin yargıçları kadılara
rahat bir çalışma olanağı sağlanmış bağımsız karar almaları esas
kılınmıştı fakat alınan kararlar hakkında halkın şikayet ve itiraz
hakkı bulunmuş böylelikle kadıların da denetlenmesi öngörülmüştür.
Peki halk; şikayet ve itiraz haklarını hangi yollarla kullanmış,
haklarında adil kararların alınması noktasında isteklerini
kimlere bildirmiştir? Bu sorunun cevabı olabilecek kavram Selçuklu
Divan örgütünün bir parçası olan Divanı-Mezalim makamıdır.
Dönemin yüksek mahkemesi olarak adlandırabileceğimiz bu divanda
çözüme kavuşturulmakta zorlanılan büyük davalara bakılmış, halkın
hem huzurda sözlü hem dilekçe şeklinde yazılı şikayetleri dikkate
alınarak uyuşmazlıklar karara bağlanmıştı. Bu makama devletin en
yüksek mercisi olan sultanlar en büyük hakim sıfatıyla başkanlık
yapmışlar, dönemin önemli devlet adamı Nizamü’l-mülk ’ün
“Siyasetname” eserinde belirtilmiş olduğu üzere haftanın iki günü
halkla bir araya gelerek onların sorunlarını dinlemişlerdir. Söz
konusu dilekçeler Divan-ı Mezalim makamında bizzat sultanlara
sunulmakla birlikte dilekçe sahipleri, dilekçelerini bulundukları bölgenin
yöneticilerine de sunarak haklarını arama olanağına sahip olmuştur.
Böylelikle Selçuklu devlet düzeninde adaletin koruyucusu olarak
görülen sultanlar, onların atamış oldukları hakkaniyetli yöneticiler ve
önemli devlet adamları tarafından adil düzen korunmuş;
alınan kararlarla zalimin mazluma olan hakaretinin önüne set çekilmiştir.
10
Adalet Timsali Büyük Selçuklu Sultanları
Selçuklu hükümdarları kurulan devletle birlikte var olan adalet sistemi içinde Sultan Tuğrul’dan Sultan
Melikşah’a varana kadar etkin bir biçimde rol almış; fethettikleri bölgelerin insanlarına adil, hoşgörülü ve
cömert oluşlarıyla rahat nefes aldırmış böylelikle devletin ve toplum düzeninin istikrarını hem
davranışlarıyla hem de koydukları kanunlarla sağlamışlardır. Örneğin, Sultan Tuğrul Bey ‘in hüküm
sürdüğü zamanlarda şehirlerden alınan vergiler ile yüksek miras vergileri kaldırılarak halkın üzerindeki yük
alınmış, buna bağlı gelişen adaletsizlikler ortadan kaldırılmıştı. Sultan Melikşah döneminde ise aile ve mülk
hakkında kanunlar çıkarılmış, vermiş olduğu emirlerle hükmü altında işleyişini sürdüren manastırlardan,
kiliselerden alınan vergilere son vermiş; yönetimi altındaki her millete adil oluşunu bir kez daha göstermişti.
Sultan Melikşah dönemin kudretli veziri Nizamü’l-mülk’ün deyimiyle bu büyük devlette adaleti mülkün
temeli yapmış ve bu sebeple kendisine “Sultanü’l Adil” denmiştir. Sultan Melikşah’ın babası Sultan
Alparslan da adil bir lider oluşuyla tarihe yazılmış, pek çok olayda da bu vasfını göstermiştir. Örneğin
halktan sadece “asıl harac”ı almakla yetinmiş ve ağır yük olmaması açısından bunu yılda iki taksite
bölmüştür. Başka bir örnekte bir seferde gittiği bölgenin hakimi tarafından kendisine 100.000 dinar ile çeşitli
hediyeler sunulmuş fakat bu paranın halktan zorla alındığını öğrendiği anda paranın tek tek hak sahiplerine
iadesini emretmişti.
Sonuç
Bu genel değerlendirmelerden yola çıkarak devrin adalet anlayışına, dönemin sistemi ve uygulamalarından
örnekler vererek ışık tutmaya çalıştık. Görüldüğü gibi devleti ayakta tutmanın yolu halkın adil bir düzen
içinde yaşayabilmesine, her zaman için şikayetlerini ve dilekçelerini doğrudan dönemlerinin kudretli
hükümdarlarına sunarak sorunlarının adil bir şekilde çözüme kavuşturulmasına bağlı olmuştur. Teknoloji
ve modernitenin olmadığı bir zamanda adalet sistemi kusursuz bir şekilde kurulmuş ve gerek ilim
adamlarının çalışmalarıyla gerek basiretli devlet idarecilerinin uygulamalarıyla varlığını sürdürmeye devam
etmiştir. Büyük Selçuklu devleti adil düzeniyle kendinden sonra gelen Türkiye Anadolu Selçuklu devleti ve
diğer devletlere örnek olmuş, gelecek devrin devletleri bu düzenden misaller alarak veya birebir
uygulamalarla tatbik ederek hüküm sürmüşlerdir.
Kaynaklar: Tarihbilimi.gen.tr, Tarih Portalı, Tdv İslam Ansiklopedisi, derintarih.com, Dergipark
(21870499,1235359), SOBİAD(NilayAğırnaslı,2014), İstanbul üniversitesi Selçukulularda adliye teşkilatı.
11
Modern İnsan Neden Mutsuz?
Berrak Kırbaç
(Atatürk Üniversitesi Hukuk)
İnsan, varlığının ve gelişiminin bu raddede oluşunu neye borçludur? Güçsüz bir çift kol ve bacak, sınırlı gözler
ve burun nasıl oldu da günümüz insanını; doğanın her ögesine etki edebilen bir canlı haline getirdi. Yüzyıllardır
aranan bu gizemin cevabı aslında o kadar ilkeldir ki insan nesli bazen bu basitliği konduramaz heybetli
güçsüzlüğüne. Ancak gerçeklerden kaçamayacağını bilen tek canlılar olarak bizim bu serüvende tutunabilme
sebebimiz ‘’Neden?’’ sorusunun ta kendisidir.
‘’Çakmaktaşları çarpıştığında neden renkli ışıklar çıkar?’’ sorusu bize ‘’ateş’’ cevabını verdi. Bu cevap
hayatımızın her yönünde katkı sağladı ve yeni nesli bir adım öteye taşıdı. ‘’Köşesiz taşlar neden daha fazla
yuvarlanır?’’ sorusu bize tekerleğin icadını getirdi. ‘’Neden atalarım mağara duvarlarına hikayelerini çizdi?’’
sorusu insanlığın estetik duygusunu ortaya çıkardı ve yüzyıllardır vazgeçemediğimiz ‘sanat’ meyvesini sundu.
Asırlar geçti, ‘’Neden?’’ dediğimiz her an bizi yepyeni bir döneme hazırladı.
Neden varım?
Neden farklıyım?
Neden konuşmak istiyorum?
Neden seviyorum?
Neden âşık oluyorum?
Ve
Neden elmalar kendiliğinden yere düşüyor?
Gibi milyonlarca ve milyarlarca soru bize bilimi, edebiyatı, psikolojiyi, siyaseti ve hukuku bahşetti. Yeri geldi
soruların sorgusu ağır kaldı bencil zihnimiz için ve cevap bulmak onlarca nesle mâl oldu. Yeri geldi zamanın
zalimliği bizim verdiğimiz cevabı beğenmedi ve bizi yeniden düşünmeye sevk etti. Yeri geldi öyle sorular sorduk
ki cevabını aramayı düşünmekten dahi korktuk.
İnsanlık mirasını oluşturan bu kümülatif yapı, artık bir macera filmi gibi izlenebilecek kadar açık ve net. Her an
Dünya’nın bir köşesinden ‘’Neden’’ sesi yükselse de bugün insan nesli olarak hiç bulamadığımız kadar hızlı
cevap bulabiliyoruz. Her şey çok hızlı, üretken, karmaşık ve yeni. Bizlerin de en büyük varoluş amacı soru
sormak ve cevap bulmak ise türümüzün en tatmin olduğu dönem tam da şu andır…
Diyebilmeyi çok isterdik.
12
Ancak bir zamanlar her dönemi yepyeni bir basamak haline getiren ‘’Neden?’’ sorusu şu anda çıkmaz bir
sokakta kalmış gibi görünüyor. Çünkü dünyanın her köşesinden yükselen o hızlı sorular özellikle son 50 yılda
çok büyük bir benzerlik içinde. Din, dil, ırk, coğrafya fark etmeksizin yeni dönem insanının en çok sorduğu
soru ‘’Neden mutsuzum?’’.
İnsan vücudu nasıl organlardan, etten, kemikten ve kandan
oluşuyorsa zihin de hislerden oluşur. Ancak zihin yapısı
olabildiğine soyut olduğundan irdelenmesi ve anlaşılması
her zaman çok daha zor olmuştur.
Peki atalarımızın, zor da olsa, cevap bulduğu bu soruya
modern dönem insanı neden cevap veremiyor?
Çünkü mutsuz olduğumuz için mutsuzuz. Olabildiğince sebepsiz ve yapay.
Zihnimiz, somut sebep eksikliğinden dolayı daha büyük bir mutsuzluk
çukuruna itiliyor.
Evler, arabalar, eşyalar; müzikler, resimler, insanlar; konuşmak, yemek ve
uyumak… Hiçbiri gideremiyor içimizdeki mutluluk eksikliğini. Biz de bu
açığı, her biri 10 saniyelik, içerik bombardımanıyla doldurmaya çalışıyoruz.
Ekranlarla uyuşturduğumuz beyinlerimizi üretken olmadığı için suçluyoruz
ve daha da mutsuz oluyoruz.
İnsan, dünya yolcusudur. Doğum ve ölüm arasındaki yola ‘’hayat’’ der.
Hayat, ne kadar yol alırsan o kadar anlam kazanır. İnsan, ne kadar
yolcuysa o kadar insandır. Bu fıtrat yönünde mutluluk da sorgulama ve
cevaplama arasında geçen süreçtir. Amaç cevap bulmak olsa da kazanç her
zaman süreç olmuştur. Amaca ulaşma isteği; o yolda düşmek ve
yaralanmak, kalkmak ve kazanmak; insanı büyütür, geliştirir ve mutlu eder.
Çaba göstermeden, tek tıkla, her şeye ulaşabilen günümüz insanının
saniyelik merak sürecinden tatmin olması da pek mümkün değildir.
Beyin, 1 saatte yüzlerce içerik görüp dopamin krizine girmeyi,
bir romanın yavaş ve sağlam mutluluğuna tercih eder. Çünkü ilk
seçenek her zaman daha kolaydır ancak geçicidir. Tezat şudur ki
insan doğası hiçbir zaman kolay ve geçici olana yönelmemiştir.
Belki de sorun her geçen gün insan doğasından uzaklaşıp
sanal bir dünya içinde benlik aramamızdır.
13
İçerisi
İnsanların Kendiyle Tanışması
Meltem Ünsal (Kırıkkale Üniversitesi Hukuk)
Hayatımızın gidişatını değiştirdiğine inandığımız olaylar ne sıklıkla olur? Bu olaylar her zaman fark
edilebilir şekilde mi karşımıza çıkar? Fark etmiş olmak etkilerini azaltmak için yeterli midir? Tüm bu
sorular için verilebilecek en net cevap belirsizliktir. Fakat çağrışım yapacağı olaylar sıralanabilir. 3 yıl
önce Koronavirüs varyasyonu olan Covid-19, sıradan hayat fonksiyonlarımızı yeniden
formlandırmamıza önayak olacak ölçüde büyük bir etkiyle yaşamlarımızın göz ardı edilemez bir parçası
haline geldi. 2023 Mart ayı itibariyle insanlara müdahalesi yavaş yavaş görünmez hale gelmiş olsa da şu
an günlük rutinimize dahil olan ve nihayetinde vazgeçilmez hale gelen birçok aktivite geçtiğimiz 3 yılın
eseri olarak varlığını sürdürüyor. Bunların başında çevrim içi eğitim ve sosyal medyanın kullanım
sıklığının artması gelmekte. Peki sıradan aktivitelere etkisi bir yana pandemi süreci sanatsal üretkenliği
ve devamlılığı nasıl etkiledi? İcra edilen sanatın, yalnızca sanatçı ve eser arasında geçen diyalogla sınırlı
kalması sanıldığı kadar olumsuz bir sonuç mu demekti?
Dış dünyaya dair her şeyin dijital ekranlarımız aracılığıyla evimize misafir olabilmesinden bu yana,
sinema başta olmak üzere sergi, tiyatro ve müze kavramları bilinene aykırı, farklı bir forma evrilmeye
başlamıştır. Pandeminin sebep olduğu bu evrim, yeni sanat kapıları açarak da sürmeye devam
etmektedir. Neticede insanlık, tarihi boyunca şahit olduğu her olayı sanat aracılığıyla anlatma imkânı
bulmuştur. Bunun adı kimi zaman müzik kimi zaman resim olsa da ana gaye aynıdır: Yaşananları;
yaşayanlar olarak anlatmak, anlatabilmek. Pandemi de insanlığın yaşadığı tecrübeler arasına girerken,
anlatılmak ve sergilenmek üzere yeni konular vermiştir. Fiziksel olarak seyircisi olmadan anlam
kazanamayacağı düşünülen komedi de baştan irdelenmesi gereken ana karakterlerden biri olmuştur. Ve
akıllara “Beraber gülecek bir kalabalığın olmadığı odada anlatılanların ve sergilenenlerin kalitesi
ölçülebilir mi?” sorusunu getirmiştir. Şüpheyle yaklaşmayı gerektiren ve kanımca üzerine kafa
yorulduğunda farklı kapılara çıkan bu soruya Bo Burnham’ın 2021 yapımı müzikal, belgesel ve dram gibi
özellikleri taşıyan Inside’ı örnek verilebilir. Müzikalin çekim, görüntü düzenlemesi gibi aşamalarının
hepsini pandemi sürecince tek başına üstlenen Burnham’ın meydana getirdiği bu eser, sanat ve
komedinin kabuk değiştirme sürecine ışık tutar cinsten. Başlangıçta önyargı sahibi olduğum ve
sonrasında sahne bazlı her tür gösteriye karşı bakış açımı genişleten müzikal, icra edilen sanatın asıl
alıcısının mesafe kavramına karşı gelebilen insanlar olduğunu kanıtlar nitelikte. Buradan yola çıkarak
mesafe kavramına da değinmek gerekebilir. Zira pandemi ile uzaklık ve mesafe kelimeleri birbirlerine
olan yakınlıklarını kaybettiklerini söyleyebiliriz. Bu süreçte meydana getirilen birçok eserde bunu görmek
mümkün. Inside örneği üzerinden gitmek gerekirse Burnham, uzaklığın maddesel; mesafenin ise manevi
olduğunu, müzikalinde etki bırakacak derecede hissettiriyor. Kanımca da ortaya çıkan herhangi bir esere
sahne veya sergilendiği ortamdan uzakta bir yerde tepki verebiliyor olmak mesafeyi sıfır derecesine
indiriyor. Çünkü mesafe, duygusal bağı ifade ederken uzaklık aradaki maddesel veriyi sunuyor.
14
Bu bilgiler ışığında yazımın çıkış kaynağı olan içerde olmak kavramına değinmek istiyorum. Daha önce
de bahsettiğim gibi her alanda geçirdiğimiz evrim yaşam periyodumuz boyunca tecrübe edeceğimiz sınırlı
olaylar arasında. Ve nihayet bu alanlarda biri olan duygusal bağların değişim ve gelişimi de göz ardı
edilemez durumda. Eserleri, filmleri ve dizileri yorumlama şeklimizin daha da özgürleşmesi ve hatta sınır
tanımaz noktaya doğru ilerlemesi de şüphesiz yaşadığımız bu duygusal açıdan değişimimize
bağlanmalıdır. Eleştiri esnasında izlenmiyor ve dinlenmiyor olmak insanoğluna her zaman diliminde
daha çok cesaretlenme imkanı vermiştir. Fakat yaşanan pandemi bu durumun biraz değiştiğini,
izlenmiyor ve dinlenmiyorken yapılan eleştirilerin yaratıcısı tarafından anında topluluğa sunulabileceğini
daha da gözler önüne sermiştir. Buna karşılık da her kesimin dahil olduğu bir eleştiri tufanı mahal
bulmuştur. Sonucunda, içerde olmak dışarıyla ilişkiyi tek bir an bile kısıtlamamış; aksine sınırsız erişimle
birlikte, mümkün herhangi bir fiziksel müdahalenin de ötesine geçmiştir.
İçerde olmak aynı zamanda kişinin kendisiyle tam zamanlı tanışmasına sebep olmuştur. Sessizlik ve
dinginlik hak ettiği değeri bu dönemde söke söke almıştır. Örneğin, herkesin sahip olduğu o sıradan şarkı
normal zamanda otobüs ile işe veya okula giderken hiç dinlenmeden atlanırken bu dönemde bir şansı hak
etmiştir. Zorunluluktan oturduğumuz masa ofis; mutfak ise klasik bir çay ocağına dönüşmüştür. İçeri
girmenin zıttı dışarı çıkmak değil; “İçerde kalmak zorundayız.” cümlesine evrilmiştir. Düşünmek bir
kaçamak değil; zorunluluk halini almıştır. Saydığım tüm bu detaylar sıradanlaşıp tekrar edildiğinde
şaşırılmayacak evreye gelmiştir. İnsanoğlu ise en başta nefretle reddettiği sonra vazgeçemediği bu
detaylardan da sıkılmış ve nihayetinde bulduğu en ufak fırsatta dışarı çıkmanın hayalini kurmuştur.
Buna binaen fikrimce insanlar, içerde olmanın iyileştirdiği kesim ve dışarının hayali olmadan
yapamayan kesim olmak üzere iki farklı ayrıma sürüklenmiştir. Taraflar arasındaki
farklılıklar ve o dönemlerde edindiğimiz alışkanlıklar geçen
3 yılın içerisinde kendini zaman zaman belli etmiş
olup şimdi dahi gözle görülür olmaya devam etmektedir.
Aynı zamanda bu ayrım, insanlığın canlı ve evrilebilir
özellikte olmasının en büyük örneklerinden birini
oluşturmaktadır.
Sonucunda öyle düşünüyorum ki; insanın kendini
tanıması, kendine bir şeyler katabiliyor olması, tek
başına düşünebilmesi ve gülebilmesi içerde olmayı
öğrenmekle başlıyor. Bu içerisi bazen bir oda,
bazen bir kitap bazense insanın kendi aklı veya
kalbi olabiliyor. Tüm bunların ışığında da
sorulması gereken bir soru kalıyor:
“İçerisi, insanlık için sanıldığı kadar
kötü mü?”
15
DÜNYAYI FARKLI AÇILARDAN GÖRÜN
AFORİZMALAR
ÖNCE
SÖZ
VARDI
PLATON
Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla
affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi
yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır.
Cehalet tüm kötülüklerin kökü ve
gövdesidir.
Demokrasinin esas prensibi, halkın
egemenliğidir. Ama milletin kendini
yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin
ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer
bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye
geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için,
güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar,
başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen
herkesin, devleti idare edebileceği
zannedilir.
Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz
kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi
olur. Devam edilirse demagoglar türer.
Demagoglardan da diktatörler çıkar.
Çocukları zorla veya zorla öğrenmeleri
için eğitmeyin; daha ziyade zihinleri
eğlendiren şeyleri öğrenmeye yönlendirin
böylece her birinin dehasının kendine
özgü eğilimini tam olarak keşfedebilsinler
16
17
Hukuk Bilimi
Pınar Çağla Dalyanlı
(Çukurova Üniversitesi Hukuk)
Sosyal bilimler; sosyal olay olarak görülen
insan davranışlarını inceleyen bir grup bilim
olarak tanımlanabilir. Hukuk bilimi de sosyal
bir bilimin parçası olarak insan davranışlarını
daha doğru bir deyişle düzensiz insan
davranışlarını inceler. Bu ifadelerden yola
çıkarak hukuk alanında yapılan çalışmaların ve
uygulamaların bilimsel bir yönü olup olmadığı
konusundaki bir sonuca varabilmesi için bilim
ve hukuk kavramların üzerinde durulması
gerekir.
Hukuk uygulama sınırlama açısından bilimle
örtüşmek zorundadır. Yasa yapma faaliyetinde
bulunma, kurallara uygun yapıldığı takdirde
bilimsel bir içerik taşıyacaktır. Çünkü düzenleme
konusu olan sosyal sorunun tespiti ve norm hale
getirilme süreci tamamen bilimseldir. Ayrıca
yasa yapma süreci bilimsel bir nitelik taşımakta
iken uygulama süreci için aynı sonuca varmak
kolay olmayacaktır. Örneğin, doğal hukukta
(tabii hukuk) kanun koyucunun iradesine ve
arzusuna göre kural koyulduğu düşünülür.
Pozitif hukukta ise hakim hukuki bir olayı
çözüme kavuştururken mahkeme kararlarından
ve diğer bilimsel eserlerden yararlanmak
zorundadır. Bu yüzden kanun koyucu dilediği
gibi davranamaz. Ancak mevcut olan kanun
veya hukuk boşluğunu doldurması gereği ortaya
çıktığında uygulayıcı kural getirmek zorundadır.
Ayrıca hukuk; toplumsal güvenliği sağlamak,
düzeni korumak, bütünlüğü sağlamak ,bu
ilişkiler adına sürdürebilir kılmak amacıyla yasa
yapmak zorundadır. Velhâsıl hukukun sosyal
bilim olduğu konusunda yasa yapma süreci
bilimseldir.
18
B l m n lg alanına tüm evren g rmekted r.
Hukuk se toplumsal yaşam le bu yönüyle
evren n b r bölümü le lg lenmekted r. Ancak
b l mde nedensell k bağlarını bulma ve teor
oluşturma
amacı
onun
özell kler n
oluşturmaktadır. Hukukun tanımında bu
hususlar yer almamaktadır. B l m anlama,
tahm n
etme,
açıklama
ve
kontrol
görevler nden
en
az
brn
yer ne
get rmekted r.
Hukuk
se
adalet
gerçekleşt rmey ,
toplumsal
düzen
sağlamayı ve sosyal açıdan zayıfı korumayı
amaçlar. Bu b l m n kontrol görev
le
örtüşmekted r. Bu yüzden hukukun b l mden
ayrı düştüğü söylenemez.
Hukuk
değ ş k
açılardan
b l msel
araştırmalara konu olmaktadır. Örneğ n salt
b r olay olarak nceleneb l r. İnsanların
karşılıklı
davranış
l şk ler n
nceleyen
sosyoloj b l m hukuk n tel k taşıyan olaylara
yöneld ğ nde hukuk sosyoloj s kapsamına
g rer. Hukuk da toplumsal gerçekl ğ n b r
görünümü
olmakla
b rl kte
sosyoloj k
araştırmalara konu olab l r. Bu yüzden
get r lecek yen
normun aks ne etk l
olmaması ve kağıt üzer nde kalmaması ç n
düzenleme konusu olan sosyal gerçekl ğ n
b l msel olarak araştırılması gerek r.
Bu sonuçlardan b r çıkarım yaparsak; hukuku
b l msel kılab lmek ç n hukuk objekt f, sınırlı
ve mantıksal olmak zorundadır. Kısacası,
nsan davranışları hakkında öğren lm ş ve
öğren lecek olan her b lg , tasarlanan yasalar
üzer nde oldukça etk l d r. Çünkü yasalar
nsan ç nd r, devlet ç n değ l. (Freud). Özetle,
hukuk toplumları düzenleme görev n
üstlend ğ ç n hukuk b r toplumb l md r
d yeb l r z.
19
Mecburiyetten Gitmesinler
Eylül Dem r
(Gaziantep Üniversitesi Hukuk)
Türkiye yetiştirdiği kalifiyeli gençlerini neden onlar yurt dışına gitmek zorunda kalırken sadece onlara
hoşça kal derken buluyor kendini? Bu durum neden ortaya çıkıyor ve özel bir ülke statüsünde olmayı hak
eden bir ülke olmasına rağmen hem de?
Türkiye; jeopolitik konumuyla, insan yaşamı için elverişli ılıman iklimiyle, zengin bitki örtüsü ve florasıyla,
çok çeşitli etnik grupların yaşadığı bir ülke oluşuyla, bu etnik grupların kültür kaynaşmasına yarattığı
uygun ortam ile bunun sonucunda ortaya çıkan zengin mutfaklarla, geçmişten günümüze göç yolları
üzerinde bulunmasıyla, dünyaca önemli petrol havzaları ve deniz ulaşım yollarının kavşağında
bulunmasıyla, dünyada iki kıtayı birbirine bağlayan hatta üç kıtanın birbirine en yakın olduğu yerde
olmasıyla adeta özel ülke olma statüsünü hak ediyor. Böylesine özel ve cennet benzetmesinin emanet
durmayacağı bir ülkeden henüz gençliğinin baharında hem de daha üniversiteyi yeni bitirmişken bir insan
neden gitmek zorunda kalır ki? Yani bir insan doğduğu büyüdüğü bir ülkeyi vatanını neden bırakıp gitmek
ister ki özleyeceğini bilse dahi?
Ülkedeki üniversite öğrencilerinin sayısı Avrupa’dakine kıyasla daha fazla. Eurostat’ın açıkladığı verilere
göre Türkiye’de her bin öğrenciden 95’i üniversite öğrencisi iken bu sayı Avrupa’da bulunan bazı ülkelerde
yarısından daha azına düşüyor. Almanya’da bu sayı 40, Fransa’da 40, İngiltere’de 39 Avrupa Birliği’nde
ise 38 olarak karşımıza çıkıyor. Peki, bu gelişmiş ülkelerde bu sayı Türkiye’ye oranla neden daha az veya
Türkiye’de fazla oluşunun bir avantajı var mı? Sonuçta Türkiye’den mezun olan öğrencilerin tercih ettiği
ülkeler arasında Avrupa ülkeleri başta geliyor. Yine yapılan çalışmalarda bu az sayıya rağmen ortada bir
denge söz konusu. Dengenin olduğu durumu şöyle açıklamak gerekirse: Eurostat’ın açıklamış olduğu
güncel verilere göre, üniversite mezunu olan işsizlerle ilköğretim mezunu işsizlerin arasındaki farkın fazla
olduğu ülkelerden biri olan İsveç’te oran 17,1 olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine açıklanan verileri
araştırdığımızda Türkiye’de oran oldukça çarpıcı çünkü diğer bütün ülkelerin aksine Türkiye’de bu oran
artık sıfırın altında: 0,1. Bu belirtilen Avrupa ülkelerinde üniversite mezunu öğrencilerin işsizlik oranı,
ilkokul mezunu işsizlere kıyasla çok büyük bir oranla daha az açıklanan verilere göre.
20
Avrupa ülkelerinin üniversite sonrası öğrencilerine sağlamış oldukları iş garantisinin daha yüksek olması,
açıklanan verilerden anlaşılıyor. Türkiye’de maalesef durum kritik çünkü okuduğunuz bölümü bitirdikten
sonra ilkokul mezunu bir iş arkadaşınızla öğle molasında beraber yemek yeme şansınız daha olası. Bu
durumu daha net açıklamak gerekirse: Lisans eğitimi için birçok basamaklardan geçiyor ve akademik
hayatın beraberinde getirdiği zorlu şartlara adapte olmak zorunda kalıyorsunuz. Ancak bütün bunları bir
kenara koyup, sizi yaptığınız araştırmalarla, geçmiş olduğunuz sınavlarla ayırt etmek şöyle dursun hem
kendi mezun olduğunuz bölümün alt kolunda çalışamıyor hatta iş imkanlarının kısıtlı olması sebebiyle
herhangi bir işte dahi çalışamıyorsunuz. Ülkedeki genç işsiz nüfusu güncel verilerle 995 bin gibi bir
milyona yakın bir sayı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üniversite mezunu olduğu takdirde kendi iş
gücünün dışında çalışanların sayısı ise 1 milyon 255 bin kişi. Türkiye’de durumun bu şekilde oluşu
gençlerin üniversiteyi bitirdikten sonra iş garantilerinin olmadığını düşünerek gelecekleri hakkında
umutsuzluğa düşmeleri onları başka arayışlara yönlendiriyor ‘’Yurt dışına Göç’’. Üniversite mezunu işsiz
gençlerin yanı sıra refah seviyesini yükseltmek isteyen fakat kendi alanında çalışamayan iş sahibi
mezunların veya kendi alanlarında çalışmalarına rağmen asgari ücrete yakın çalışanların da bulduğu
çözüm yollarının başında geliyor. Türkiye’den en fazla göç verilen ülke Almanya olarak karşımıza çıkıyor
daha sonra onu Fransa ve Hollanda izliyor. Peki neden bu ülkelere gidiyorlar bu ülkelerin tercih edilme
sebepleri neler?
Almanya’da 1 Mart 2020 tarihinde yürürlüğe giren ‘’Nitelikli İş Gücü Göç Yasası’’ ile birlikte Almanya;
Türkiye’de üniversite sonrası iş garantisinin verilmediği durumu bir yasa çıkararak ortadan kaldırdı.
Fransa ise işsizlik oranı %9 ve Fransa’da çalışmak isteyen mühendislerin ve teknisyenlerin çalışma
garantisi çok yüksektir. Hollanda’nın mühendislere vatandaşlık sözünü vermesi yine bir garanti
olmasından kaynaklı olarak tercih edilmesinin nedenini bize gösteriyor. Türkiye’de üniversite sonrası iş
garantisinin olmasının yanı sıra üniversite mezunlarına yüksek refah seviyesinin sağlanması bu göçlerin
gözle görülür bir şekilde azalacağını düşündürtüyor. Yurt dışına göçün temel sebebi ekonomi olmasa da
başında gelen sebep olmasından dolayı yurt dışına göçün başında gelen bu temel sorun çözülürse göçlerin
azalacağını düşünmek yanlış olmaz.
Ülkede kilit taş olarak görülmesi gereken genç nüfusa gereken imkan ve koşulların sağlanması ve refah
seviyelerinin yükseltilmesini dileyerek cümlelerime burada son veriyorum.
21
Bernhard Schlink Okuyucu Kitap Tahlili
Feyza Kellegöz (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk)
Suç nedir, toplum suçu bir sonraki nesli nasıl etkiler, utanç bir insana nelere
mal olabilir, reşit olmayan bir insanla cinsel ilişkiye girilmesi ne derece etiktir ve
kişinin hayatını nasıl etkiler sorularına cevap arayan, sorgulayan ve sorgulatan
bir kitap Okuyucu.
15 yaşında bir genç olan Micheal ile 36 yaşında bir savaş suçlusu olan
Hanna’nın aşkını ve uzun yıllar sonra ikilinin, Hanna’nın Nazilerin toplama
kampında görev almış ve Yahudileri ölüme göndermiş bir sanık olduğu
mahkeme salonunda karşılaşmasını konu alıyor. Schlink, kişilerin ruh
durumlarından ziyade maddi unsurları oldukça fazla betimlemiş, üslubu ise sade
ve akıcı bir şekilde biçimlendirmiş.
Bernhard Schlink’in bu eseri, henüz reşit olmayan bir gencin, cinsel ilişkiye
girmesinin onu tüm hayatı boyunca nasıl etkileyeceğinin somut bir örneğini
oluşturmakta. Nitekim, Micheal öğrenimini bitirip bir hukuk tarihçisi
olduğunda, evlendiğinde ve bir çocuk sahibi olduğunda dahi 15’inde
yaşadıklarını unutamıyor, Hanna adeta bir karabasan gibi onu bir kabustan
farkı kalmayan hayatında takip ediyor.
Schlink, toplum suçuna da zaman zaman değiniyor ve kendisinin de bizzat
yaşamış olduğu dönemleri kalemiyle yansıtıyor. Nitekim, gençlerin ailelere
duymuş olduğu tepkisizlik dolayısı ile suçlama duygusuna karşın ebeveynlere
duyulan sevginin sorumluluk taşımayan tek sevgi olduğunu belirtiyor.
Üzerlerine yapışmış yaftanın ne derece ağır olduğunu ve kurtulmak istediğini
yansıtıyor.
22
Okuma-yazma bilmediğini tüm hayatı boyunca
saklayan Hanna, mahkemede de büyük bir
cezaya çarptırılacak olmasına rağmen itiraf
etmekten geri duruyor. Bir insan, utanç
duygusuyla özgürlüğünü, ânı benliğiyle yaşama
hissini, kendisi olma duygusunu feda edebilir
mi? Ya da bir insan, kendisi olduğu için
utanabilir mi? Eserimiz, bu noktalara parmak
basmakla kalmayıp derinden irdeleyerek
okuyucuya kendini sorgulama fırsatı veriyor
Tüm bunlarla beraber, bir hukukçu ve aşığı olan
Micheal, duruşma sırasında bu utancı ve
kaynağını kavrıyor ve kendiyle büyük bir iç
hesaplaşmaya giriyor. Bir yanda, geçmişin
omuzlarına yüklemiş olduğu ve çekmekte
zorlandığı bir yük ve yükten kaçmak isteyişi,
diğer yanda ise geçmişin ân’a yansıtmış olduğu
aşkı ve ona olan merhameti arasında kalıyor.
Nitekim, bu merhamet dolayısı ile bir savaş
suçlusu dahi aşığının ağzından sempati
uyandıracak şekilde betimleniyor, anlatılıyor ve
hissettiriliyor.
Eserimizin ismi de bu merhametin bir
dışavurumu olan, Micheal’in, ilk tanıştıkları
andan, Hanna’nın mahkumiyetinin sona erişine
kadar ona kitaplar okumasından geliyor. Peki,
bir hukukçu bakışıyla bir savaş suçlusunun
cezasını hafiflettirilecek bir neden söylenmeli mi
yoksa bu suçlunun iradesine saygı duymalı ve
eserimizin de tabiriyle özne olmak istemesine
karşın nesneleşmesine sebebiyet vermemeli mi?
Belki de bu sorudan kaçanlarımız olacaktır.
Nitekim, “Kaçış yanlızca bir uzaklaşma değil,
bir varıştır aynı zamanda.” Peki kaçanlar, ait
oldukları düzenden, nereye varmaktadır?
23
Tarihte Türk-Rumen İlişkileri ve Rovine Muharebesi
Ömer Faruk Karal
(Bursa Uludağ Üniversitesi Hukuk)
Yüzyıllar önce Asya bozkırlarından başlayarak değişik
coğrafyalarda hüküm süren Türkler bu vesileyle tarih
sahnesinde çok ciddi yer edinmiştir. Tarih boyunca
Çinlilerle, Ruslarla, Acemlerle ve daha nice milletle bu
vesileyle temas kuran Türklerin tarih sahnesinde karşı
karşıya geldiği uluslardan birisi de Rumen ulusudur. Şimdi
size Türk-Rumen ilişkilerinin başlangıcını anlatmak isterim.
Günümüz Romanya Devletini kuran Rumen ulusunun
tarihsel süreçte kurmuş olduğu ilk devlet şüphesiz Eflak
Voyvodalığıdır. Karadeniz'in kuzeyinde bulunan Kıpçak
kökenli topluluklar 13. Yüzyılda başlayan Moğol istilaları
ve Altın-Orda Devletinin akınları neticesinde Karadeniz'in
kuzeyindeki Deşt-i Kıpçak sahasını terk ederek bugünkü
Doğu
Avrupa
yönüne
yoğun
göç
faaliyetinde
bulunmuşlardır. Tuna’nın kuzeyindeki bu bölgenin coğrafi
adı Wallachia olup Osmanlı kayıtlarına Eflak olarak
geçmiştir.
Karpat dağlarını aşarak Tuna Nehri'ne kadar inen bu topluluk 1330 yılında kralları olan 1. Basarab
önderliğinde bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Macarlara karşı bağımsızlığını kazanan bu zat prut ve dinyester
nehirleri arasındaki bölgenin kendi adı ile (Beserabya) anılmasına neden olmuştur. Her ne kadar Basarab ilk
bağımsız Romen Kralı sayılsa da tarihçilerin genel kabulü kendisinin aslen bir kuman Türk'ü olduğu
yönündedir. Nitekim Eflak Voyvodalığı bir Türk Devleti sayılmasına karşılık Kral Basarab'ın kurduğu
Basarab hanedan Türki hanedan olarak kabul edilir.
Kral Basarab’ın 1352 yılındaki ölümü üzerine Eflak tahtı pek çok hükümdar tarafından idare edilmesine
karşılık içeride ve dışarda bir türlü istikrar sağlanamıyordu. Bu istikrarı ilk sağlayacak kişi ise Basarab
hanedanına mensup olan 1. Mircea idi. Rumen kayıtlarına Cel Mare olarak geçen bu kişi dış politikada
seleflerini örnek almıştı. Mircea’nın seleflerinden birisi olan Kral 1. Vladislav döneminde Macarlar ile işbirliği
yapan Rumenler Osmanlı desteğini elinde tutan son bulgar Çarı İvan Şişman ile çarpışırken Osmanlı orduları
ile de ufak çatışmalara girmişlerdi. Rumen kaynaklarının kabul etmemesine karşılık Osmanlı kroniklerine bu
anlaşmazlığı önlemek amacıyla 1371 yılında bir anlaşmaya varıldığını bildirmektedir. Bu tarih aynı zamanda
Türk-Rumen ilişkilerinin kurulduğu zaman sayılabilir.
1386’da tahta çıkan 1.Mircea tıpkı diğer batılı hükümdarlar gibi Müslüman Türk ordularının balkanlarda
ilerlemesinden rahatsız oluyordu. Mircea’nın bu sebepten dolayı Osmanlı’ya tavır olmasına karşılık 15
Haziran 1389’da gerçekleşen 1. Kosova Muharebesi’ne Eflak kuvvetlerinin katılıp katılmadığı tartışmalıdır.
Türk kaynakları Haçlı saflarında Eflak sancaklarının dalgalandığını dolayısıyla Mircea’nın Sırp Prensi Lazarı
savaşta desteklediği sonucuna varmaktadır. Rumenler ise bu iddiayı şiddetle reddetmekte ve Eflak
Voyvodalığı’nın tarafsız statüde olduğunu ifade etmektedir.
24
Kosova Meydanı'nda Sultan 1. Murad’ın şehadeti üzerine
tahta çıkan Yıldırım Bayezid lakabına yakışır bir şekilde
gerek Anadolu’da gerekse Rumeli topraklarında çok ciddi
fetihlerde bulunmaktaydı. 1390’da Anadolu Beyliklerine
boyun eğdiren Bayezid 1393’te modern Bulgaristan
topraklarını kontrol altına almış ve Tırnova merkezli
Bulgar devletine son vermişti. Sultan Yıldırım’ın Anadolu
seferini fırsat bilen 1. Mircea emrindeki kuvvetlerle Tuna
Nehrini geçti ve Osmanlı kontrolünde bulunan Silistre
kalesini kuşatıp ele geçirdi. Durumu haber alan Sultan
Bayezid Bulgaristan’da kontrolü sağladıktan sonra 1394
tarihinde yaklaşık 40.000 kişilik bir orduyla Eflak
topraklarına girdi. Böylece ilk kez Osmanlılar Tuna’yı
aşarak Eflak arazisine girmişlerdi. Mircea kendisinden
sayıca üstün olan bu kuvvetlere karşı 10.000 kişilik
ordusuyla ülkesinin kuzeybatısında yer alan Argeş Nehri'ne
doğru taktiksel geri çekilmeye başladı. En nihayetinde 17
Mayıs 1395 tarihinde iki ordu Rovine’de karşı karşıya geldi.
Muhtemel bir Türk taarruzuna karşı Macar Kralı
Sigismund’dan yardım isteyen Mircea istediği desteği
alamadığından olsa gerek Osmanlı Sultanı’na sulh teklifinde
bulundu. Rumenler arasındaki yaygın bir hikayeye göre ise
Kral Mircea elçi kılığında Sultanın huzuruna çıkmış ve
barış teklif etmişti. Osmanlılar ise bu teklifi reddettiler.
Rovine savaşının kesin sonucu tam olarak bilinmemekle beraber her iki ordunun da çok ciddi zaiyat verdiğini
söylemek mümkündür. 1. Kosova savaşı sonrası Sırp Hükümdarı olan ve kız kardeşini Sultan Beyazid’e gelin
olarak yollayan Stefan Lazarevic ile Osmanlı’ya bağlı Sırp Vassaları Marko Mrnjavcevic ve Konstantin
Dragas Türk kuvvetleri birlikte Eflak kuvvetlerine karşı savaşmış, Stefan’ın hayatta kalmasına rağmen Marko
ve Konstantin savaş meydanında can vermiştir.
Rovine savaşı Osmanlı Devleti'nin Eflak Voyvodalığı ile doğrudan karşı karşıya geldiği ilk savaş olmakla
birlikte her iki taraf da istediği neticeyi elde edememiştir. Rovine savaşı sonucu Türk ordusunun ilerleyişi
durmuş, buna mukabil Mircea ise Eflak topraklarından kuzey yönüne geçip Erdel'deki Macar topraklarına
sığınmıştır. Bu gelişmeler karşısında Sultan Beyazid, Mircea'dan boşalan Eflak tahtına 1. Vlad'ı (Vlad
Uzurpatorul) geçirmiştir. Daha sonraki yıllarda ise Devrik Voyvoda 1. Mircea Macar Kralı Sigismund'un
yardımları ile tahta geri çıkmış ve Niğbolu Savaşı'nda (25 Eylül 1396) Haçlı ordusunun sol kanadına komuta
etmiştir.
Son olarak Rovine'de ölen Sırp vassalları Marko ve Konstantin'in idaresindeki yerler direkt olarak Türk
egemenliği altına girmiştir. Konstantin'in idaresi altında bulunan Köstendil bölgesi ile Marko'nun yönettiği
Üsküp toprakları birer sancakbeyliği haline getirilmiştir.
25
Aşkın Kutsallığı
El f Taşar
(Bursa Uludağ Üniversitesi Hukuk)
Söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aşk için
uygun bir başlangıç var mıdır onu da bilmiyorum. Aşk
öyle bir şey ki üstüne söylenecek o kadar söz var ki ama
hepsi o kadar basit ki aşk için. Hani derler ya
yaşamayan anlamaz yaşayana da anlatmaya gerek
yoktur. Gözünden anlar acını, sessizliğinde duyar
çığlığını, feryadını... Aşk; yaşayanların içindeki sessiz
feryat, yaşayanların içindeki ateş hem de öyle bir ateş ki
kaç kova su dökmüş olursan ol sönmesi için inadına ilk
günkü gibi yanmaya devam eden, asla sönmeyen bir
ateş.
İçini yakıp bitirse de söndürmek için çabaladığını
söylesen de her gün sönmemesi için seni yakması için
dualar ettiğin bir ateş... Kendinden vazgeçiş aslında
aşk. Kendini de bulmak aslında. Kendini kaybettiğin an
kendini başka bir surette görmenin hikâyesi aşk...
Şems’in Mevlânâ’nın ruhunda, suretinde kendini
bulmasının adı aşk, Leyla’nın çirkinliği ardındaki
güzelliği görüp çöllere düşen Mecnun’un adı aşk,
Mem’in mezarının başında ağlayarak ölen Zin’in adı
aşk, Yusuf uğruna her şeyini yitiren Züleyha’nın adı
aşk... Yok olan aşıklar, ölen aşıklar, aşkı uğruna her
şeyini yitiren aşıklar maşukları var etti. Şems ölmeseydi
Mevlana’nın yolunda Mevlana var olur muydu?
Kimsenin görmediği güzelliği gören Mecnun çöllere
düşmeseydi Leyla var olur muydu? Mem’in ölümüyle
ölen Zin olmasaydı önemi olur muydu Mem’in
ölümünün? Yusuf’un yolunda her şeyini yitiren Züleyha
olmasaydı Yusuf var olur muydu?.. Olmazdı. Çünkü
her aşık kendi maşuğunu yaratır. Fakat önemli olan
Züleyha’nın kim olduğu veyahut kim uğruna her şeyini
yitirdiği değil veyahut Şems’in kim olduğu, kimde
kendini kaybettiği, Mevlana’nın kim olduğu değil
önemli olan. İsimler, insanlar, yaşananlar değişebilir
fakat sonuç değişmez.
Çünkü aslolan yok olurken var olmaktır başka bir
bedende, başka bir surette, başka bir ruhta... Yani bi
nevi zıtlıkların ahenkli savaşıdır aşk. Heraklitos’un
evrenin arkhesi nedir sorusuna cevap ararken bahsettiği
zıtlıkların savaşı aşkın da arkhesi aslında. Var olmaya
yok olmanın savaşı değil midir aşk? Birinin var olması
için ötekinin yok olması gerekir aşktan söz edebilmek
için. Aşkın arkhesini , aşkı anladık da aşkı bu kadar
kutsallaştıran, uğruna gazeller, kasideler, şiirler
yazdıran sadece var olmayla yok olmanın ahenkli
savaşı mıdır? Bu kadar basit olabilir mi herkesin diline
pelesenk olmanın sırrı? Aslında aşkın kutsallığı bu
savaşta değil, bu savaşın özgür irademiz ile
gerçekleşmesinde. Sonunu bildiğin bir yola çıkarsın.
Maşuğunu var ederken çekeceğin acıları bilirsin, var
etmenin yok olmakla mümkün olduğunu bilirsin
bilmene rağmen tek bir an bile tereddüt etmeden maşuk
için feda edersin kendini. Çünkü bilirsin ki senin suretin
maşuğun suretinde saklıdır, senin ruhun maşuğun
ruhundadır. Artık varlığın tek başına bir anlam ifade
etmez bu nedenle benden vazgeçip bizi bulmanın bilinçli
yolculuğuna çıkarsın. Bu bilinçli yolculukta gizlidir
aşkın kutsallığı.
Başta demiştim ya ateş seni yer bitirir ama o ateş
sönmesin diye dualar edersin. Aşkın güzelliği, kutsallığı
ateş sönmesin diye edilen o duada saklıdır. Aşkın
kutsallığı yok olurken, kendini feda ederken başka
surette var olacağını bilmenin bilincinde saklıdır.
Sevgilinin var olması için kendinden vazgeçmekten,
bilinçli bir yok oluştan daha kutsal ne olabilir ki...
Bilinçli yok oluşlar yaşamanız dileğiyle
26
Ruhumdaki
Sessizlik
Esra Malkoç
(Ankara Üniversitesi Hukuk)
Güneş, ışıklarını gökyüzünden sakındığı
vak tlerde düşüyor aklıma. Davets z b r
m saf r g b çalmadan aralıyor z hn m n
dehl zler n . B r selamı hor gören bakışlarını
d k yor duygularıma, huzursuzca kıpırdanıyor
sonra.
Yaklaşmayacak
b l yorum
ama
uzaklaşmayacak da aynı zamanda. Fakat bu
kez ben de denemeyeceğ m konuşmayı.
Sevecenl kle yaklaştığım her seferde yed ğ m
tokatları get receğ m aklıma.
Kararsızlığın prangaları s ns ce kıvrılırken
b lekler me usulca d z çöktüm önünde.
Barışalım artık. Bu savaş k k ş n n b rb r n
her zerres ne kadar tükett ğ fakat etrafa b r
damla kan sıçratmadığı türden b r vahşet
barındırıyor bünyes nde. Sen de yorulmadın
mı?
Ben artık durmak st yorum. Her san yen n
b rb r
üstünden kayarak geçt ğ , tüm
zamanların d nlenmeden akıp g tt ğ bu
evrende duran tek şey olmak st yorum.
Onlarca nsan etrafımdan geçs n de ben
göremes n, dokunamasın
st yorum. Bu
koşuşturmacada oturup b r kenara sak nce
zlemek
st yorum,
sen .
Görünmezl k
peler n m b r sana şlemes n. İç m de dışım
da b r sana görünsün, b r tek sen dokun
unutulmuş h sler me.
O susacak ben susacağım. Tek taraflı
denemelerle y t rmed k m
zaten tüm
sözler m z . B r kez de hararetle susarak
tüketel m nefes m z . O bana baksın, ben ona
bakayım. Belk görmek sted kler n bulur
gözler mde belk de nefret ett ğ b rkaç
detayı. Ben ne arayacağım? Mutluluğu
bekleyecek kadar cesaretl m y m yoksa
kırgınlığı üstlenecek kadar güçlü mü?
27
Alfabey yen öğrenen küçük b r çocuk g b
tekrar öğreney m hayaller kurmayı. Küçücük
dünyama kocaman evrenler sığdırayım.
Herkese her şeye karşı d k duran boynum b r
sen n
omzunda
d nlens n.
Savaşlarla,
çığlıklarla,
harabelerle
çevr l
z hn m
d zler nde dönüşsün cennet bahçeler ne.
Saçlarımı okşa mesela. Evrendek tüm acıları
göğüslem ş de karşılığında kırgınlıklar hed ye
ed lm ş saç teller m n yasını tut. N nn ler
söyle bana. Her d lde tonlarca küfür duymuş,
hakarete maruz kalmış, tüm olumsuzluk
z nc rler n mıknatıs g b çekm ş kulaklarım,
ç çekl sarmaşıklara dolansın ses nle. Yorgun
da olsa m n k kalp şç ler n, yıkık dökük gönül
harabeler mde çalışsın. Yepyen
b nalar
beklemesem de b r sıcak yuva bahşetse y ne
ışıklar saçar gönlümde.
Belk çok fazladır bu stekler m sana belk de
bana. Eller n b r kez tutsaydı eller m
anlayab l rd k ama ne sen k br n yeneb ld n
ne de ben gururumu ezeb ld m. Ş md
g deceks n y ne. Çalmadan açtığın o kapıları
kırar g b çarparak terk edeceks n z hn m n
küf tutmuş dehl zler n . Ve ben y ne
kalacağım ardında sess zce. Ufak b r çabanın
get receğ onca güzell kten habers z sen,
p şmanlık b le duymazken yaşanamamış
anların ağırlığı çökecek omzuma. Ufalacak
umutlarım, solacak gülüşler m, kaybolacak
h sler m ve sen ben
tükett ğ n
b le
göremeyeceks n.
28
Lambanın sönük ışığı
Aydınlatıyor bütün sokağı
Aşkımıza benziyor tıpkı
Yürüyorum o sokakta
Seni görür gibi oluyorum
Beni hissetmenin ümidiyle bekliyorum
Geçip gidiyorsun bir yabancı misali
Kokunu tekrar duyumsamak için
Yolları arşınlıyorum
Çıkmaz bir sokakta yine seni buluyorum
Ellerim üşümüş
Isınsınlar diye sana dokunuyorum
Vücudunda ölüm soğuğu
Görmüyorsun beni
Hiç tanışmamışız gibi
Birden ezip geçiyorsun beni
Dudaklarımdan bir vaveyla kopuyor
Yere yığılan bedenim iki büklüm kıvranırken
Çığlıklarım kulaklarına ulaşmıyor
Anlıyorum ki aşkın eski bir şiir
Ben ise artık senden yoksun
Benim hayatım orada son buluyor
Seninki ise yeni başlıyor.
Berf n Alper (Ankara Üniversitesi Hukuk)
29
Dur Art'ık
Canan Özküney
(Atatürk Üniversitesi Hukuk)
Bir başka alemin bekleme odası olan bu dünya. Ne çok yorar
bizi, ne çok meşgul eder aklımızı. Hepimizin ardı arkası gelmeyen,
bitmeyen, tükenmeyen endişeleri var. Özellikle modern insanın
dertleri bitmiyor. Teknolojinin gelişmesiyle toplulukların bir
arada yaşamaya başlamasıyla insan, ben demeyi unuttu. Nasıl
daha az uyuyarak daha çok çalışabilirim, nasıl daha çok
alabilirim, nasıl daha çok kazanabilirim telaşesine düşmüş ve
kendini unutmuş durumda. Dönüp iç dünyamıza bakmayı,
kendimize nasılsın diye sormayı son zamanlarda epeyce ihmal
eder olduk. Çünkü asla buna vaktimiz yok. Her zaman yapmamız
gereken işler, sorumluluklarımız, kaygılarımız, ödevlerimiz var.
Aslında hepimiz bu eksikliğin farkındayız ve devamlı şikayet
ederiz de birçoğumuz bunun adına bir şey yapmaz.
Ama birileri de vardır ki, geçen saniyeler arasında kendi payını tabağına koymayı, dünyanın sesini kısıp
ışığını kapatıp geri çekilmesini bilir. Sorumluluklarını aralayıp yeni bir dünyada soluklanır. Yeni, özgür ve
kuralsız bir dünyada… Milimetreler üzerinde saatlerce düşünmenin ve çalışmanın verdiği hazzın yaşandığı,
küçüğün büyük sayıldığı, saniyenin öneminin hissedildiği, başrolünün yalnızca sanatçısı olduğu bir dünya…
İzleyenler değil yapanlar, bakanlar değil görenler var burada.
Bir “işe” yaramayacak şeyleri sırf güzellik adına yapıp dünyanın yozlaştırdığı, odunlaştırdığı ruhunu
yontarak inceliklerden beslenenler vardır, sanatı nefes gibi gören insanlar… Bazen tek bir notada, bazen
istediğin tonu yakaladığın bir boya paletinde bazen bin bir incelikle oyduğun tahtada, dokunuşunla ruhsuz
materyallere ruh katmanın hazzı, insana kendini gerçekten insan gibi hissettirir. Zira öyle değil midir? İnsanı
diğer canlılardan ayıran özelliği düşünmesi, hissetmesi, incelikleri, zarafeti görmesi değil midir? Pekâlâ bunun
bir sonucu olarak insanın sadece insan olmak sebebiyle sanatın verdiği ince hislere ihtiyaç duyduğunu
söylemek gerekir. Duygularımızı zihnimizden alıp bir tuvalin üzerine çıt çıkarmadan haykırmak ancak sanat
ile mümkündür. Bu ifade edişin insanın mental, psikolojik sağlığına çok iyi geldiği gibi hayat kalitesini ve
insanın verimliliğini artırdığı da aşikardır.
Teknolojinin getirisi yapay zeka sayesinde insan, robotlaşma yolunda mental sağlığını türlü yaralar açtı.
Bunun çözümünü yine teknolojinin sunduğu kısa zehirli içeriklerde arayan insan, ruhunun artık durup
soluklanmaya, kendini dökmeye ihtiyacı olduğunu gördüğü zaman yeniden kazanacak kendini. Yani sanat
sanılanın aksine bir lüks değil insanın fiziksel sağlığının yanında psikolojik sağlığını koruması için gerekli
temel bir ihtiyaçtır. Sanatın dokunduğu yorgun, yaralı ruh iyileşir konuşur dinginleşir, gelişir, değişir. Bence
bunun en büyük örneği Vincent Van Gogh’tur. Zira kendisi iç dünyasını tuvaline yansıtmasıyla bilinir. Van
Gogh'un depresif dönemlerinde soğuk kasvetli tasvirlerde bulunup, kötü, umutsuz renklerle kendini ifade
ederken manik dönemlerde ise daha canlı renkler kullanması, daha canlı tasvirler yapması hissiyatın sanatla
dışa vurumunun en güzel örneklerindendir. Her birimiz doğduğumuzdan beri bize eşlik eden, dokunup
tutamadığımız, yaralarını göremediğimiz ruhumuza sanatı borçluyuz, kendimize borçluyuz bu ince zarif
dünyayı.
30
Sporun Dijital Adı: E-Spor
Beyza Köktaş (Kırıkkale Üniversitesi Hukuk)
1945 yılında ilk bilgisayarın piyasaya
sürülmesiyle başladı her şey. Günbegün büyüdü
gelişti ve hayatımızın bir parçası haline geldi.
İlişkilerden spora, yemekten kıyafete kadar hatta
yeni meslek adlarının oluşmasına bile kaynaklık
etti. Spor, meslek adı ve teknoloji birleşti e-spor
kavramı hayatımıza girdi. Elektronik spor ya da espor video oyunu yarışmalarına verilen isim.
Oyunlarda bir ödül mekanizması bulunuyor.
Profesyonel sporcularla -tıpkı bedensel sporlarda
Milli unvan ile eş değer bir kullanım- profesyonel
organizasyonlarla yapılıyor. Oyuncular strateji
oyunlarından dövüş oyunlarına kadar birçok
kategori yarışıyor.
Günümüzde
popülerlik
kazandıran
Güney
Kore’deki finansal krizden dolaylı işsiz kalan
insanların bu faaliyetlere yönelmesiyle e-spor
inanılmaz bir iş hacmine ve kitlere hitap etmeye
başladı.
Türkiye e-sporla tanışması gecikmedi. Türkiye'nin
bilinen ilk e-Spor takımı, 2003 yılında Counter
Strike kadrosu oluşturarak başlayan Dark Passage
takım oldu. Dark Passage, 2012 yılında League of
Legends oyunu için de kadro oluşturdu. 2013
yılından
itibaren,
takımın
sadece
kadın
oyunculardan oluşan Dark Passage Ladies kadrosu
da bulunmaktadır. Dark Passage aynı zamanda;
Starcraft 2, FIFA ve Point Blank oyunlarında da
etkin rol göstermektedir.
E-Sporlara
E-Sporlara artan
artan taleple
taleple birlikte,
birlikte, bağımsız
bağımsız
takımların
yanında,
Türkiye'de
2015
takımların yanında, Türkiye'de 2015 yılında
yılında
Beşiktaş
ESK,
ardından
2016
yılında
Beşiktaş ESK, ardından 2016 yılında 1907
1907
Fenerbahçe
Fenerbahçe E-Spor
E-Spor ve
ve Galatasaray
Galatasaray eSports,
eSports,
League
League of
of Legends
Legends oyunu
oyunu için
için E-Spor
e-Spor takımlarına
takımlarına
resmî
resmî destek
destek vermeye
vermeye başlamışlardır.
başlamışlardır.
Profesyonel
Profesyonel liglere
liglere katılacak
katılacak oyunculara,
oyunculara, Türkiye
Türkiye
Cumhuriyeti
Gençlik
ve
Spor
Bakanlığı-Spor
Cumhuriyeti Gençlik ve Spor Bakanlığı-Spor
Genel
Genel Müdürlüğü
Müdürlüğü tarafından
tarafından 2014
2014 yılından
yılından
itibaren
E-Sporcu
lisansı
verilmekte
ve bu
bu
itibaren e-Sporcu lisansı verilmekte ve
oyuncular,
profesyonel
oyuncu
olarak
oyuncular,
profesyonel
oyuncu
olarak
değerlendirilmektedir.
değerlendirilmektedir. Riot
Riot Games
Games Türkiye
Türkiye ve
ve
Bahçeşehir
Bahçeşehir Üniversitesi
Üniversitesi iş
iş birliği
birliği ile,
ile, 2017'nin
2017'nin mart
mart
ayında
bursu verilmeye
ayında 11 milyon
milyon TL'lik
TL'lik E-Spor
e-Spor bursu
verilmeye
başlanmıştır.
Ayrıca
üniversite,
Türkiye'de
başlanmıştır. Ayrıca üniversite, Türkiye'de ilk
ilk kez
kez
hayata
geçirilen
seçmeli
"Oyun
Sektörü
ve
E-Spor"
hayata geçirilen seçmeli "Oyun Sektörü ve E-Spor"
dersini
dersini müfredatına
müfredatına almıştır.
almıştır.
E-spor
E-spor bu
bu hızlı
hızlı ve
ve emin
emin yükselişi
yükselişi artık
artık değişim
değişim ve
ve
dönüşüm
dönüşüm yaşamaya
yaşamaya başlaması
başlaması yakın
yakın tarihte
tarihte yerini
yerini
alacaktır.
alacaktır. Lisans
Lisans unvanı
unvanı alınan
alınan bir
bir dal
dal olarak
olarak
karşımıza
karşımıza çıkmakta
çıkmakta burslar,
burslar, ödenekler,
ödenekler, teşvikler,
teşvikler,
genel
müdürlükler
kurduran
teknoloji
genel müdürlükler kurduran teknoloji değişimi
değişimi
sanal
gerçekliğin
artmasıyla
ve
yeni
paralel
sanal gerçekliğin artmasıyla ve yeni paralel evren
evren
dünyanın
oluşmasıyla
2050
de
Olimpiyat
dünyanın oluşmasıyla 2050 de Olimpiyat
Oyunlarına
Oyunlarına dahil
dahil olabilir
olabilir kanaatimizce
kanaatimizce ,, yakın
yakın
gelecek
ne
getirir
bilinmez
ama
biz
2023’e
yaklaşan
gelecek ne getirir bilinmez ama biz 2023’e yaklaşan
E-spor
turnuvalarına izleyici
izleyici olarak
olarak izleminizi
e-spor turnuvalarına
izleminizi
şiddetle
şiddetle tavsiye
tavsiye ederiz.
ederiz.
31
Enk Hukuk
Herkes İçin Hukuk
hukukenki
hukukenki
32