Academia.eduAcademia.edu

ENKİ 1. sayı

2023, Enki Hukuk

Enki Hukuk e-dergisi.

NİSAN 2023 ENKİ Kültür Sanat Edebiyat ve Hukuk Dergisi Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır. Platon SAYI NO. 01 Enk Hukuk Derg s D j tal Hukuk derg s sayı 1 N san 2023 [email protected] Editör Beytullah Emrah Yayın Kurulu Umut Tamur Yayın Danışmanı Furkan Akça Görsel Yönetmen Elif Taşar Grafik Tasarım Beytullah Emrah Redaksiyon Elif Taşar İletişim [email protected] hukukenki Enki Hukuk dergisi, Türkiye'de bulunan Hukuk fakültesi öğrencileri tarafından hazırlanmıştır. Dergi yayın ekibine hasredilmiştir. Tüm hakları saklıdır. Yazılardan doğabilecek her türlü hukuki sonuçtan yazarlar sorumludur. Dergi yönetimi sorumlu tutulamaz. 2 İÇİNDEKİLER 04 Editörden 05 Röportaj 09 Büyük Selçuklu'nu Keskin Kılıcı: Adalet 12 Modern İnsan Neden Mutsuz? 14 İçerisi 18 Hukuk Bilimi 20 Mecburiyetten Gitmesinler 22 Bernhard Schlink Kitap Tahlili 24 Tarihte Türk-Rumen İlişkileri 26 Aşkın Kutsallığı 27 Ruhumdaki Sessizlik 29 Şiir 30 Dur Art'ık 31 Sporun Dijital Adı: E-Spor 3 EDİTÖRDEN İlk sayımızın ilk yazısını yazmanın vermiş olduğu heyecan ve sevinç ile sizleri selamlıyorum. Enki Hukuk olarak sosyal mecralarda başlattığımız bu oluşumu e-dergi çıkararak devam ettirme kararı aldık. Bu kararı almamızda iki önemli faktör bulunmaktadır: Türkiye’nin farklı üniversitelerinde okuyan hukuk öğrencilerinin iletişimsizliğini sona erdirip birbirlerinden haberdar olmasını sağlamak ve bütün hukuk öğrencilerinin hiçbir kısıtlama olmadan özgür bir şekilde düşüncelerini ifade etmesini sağlamaktır. Diğer bir faktör ise bilgi ve bilinçten uzaklaştırılmış hukuk öğrencilerinin kendi bilgisine ulaşmasını sağlamaktır. Bugüne kadar yazmaktan çekinmiş olan, tecrübesizliğini nasıl bertaraf edeceğini bilmeyen bütün hukukçu arkadaşlarımız için varız. Enki dergisi sadece kurulun bulunmuş olduğu üniversitelerin öğrencilerine ait değildir. Birçok hukukçu arkadaşımız ile birlikte kolektif bir çalışmanın ürünü olan dergimiz alışılmışın dışına çıkarak sadece bulunduğu üniversite ile sınırlı kalmamıştır. Bu nedenle dergimiz bütün hukuk öğrencilerinin üzerinde söz söyleyebileceği bir yapıttır. Dergimiz ayrıştırıcı değil birleştiricidir, kısıtlayıcı değil özgürlükçüdür, dogmatik değil yenilikçidir, ütopik değil gerçekçidir, itaat eden değil sorgulayandır, suskun değil sesini yükseltendir... Uzun zamanlardır dergi çıkarma düşüncesi kafamı kuşatmış bulunmaktaydı. Bu kuşatmayı zafer ile sonuçlandırmamı sağlayan Umut Tamur ve Sıla Akın arkadaşlarıma en içten teşekkürlerimi bir borç bilirim. Gece veya gündüz fark etmeksizin görsel ayarlama ve metin redaksiyonu yapan Elif Taşar arkadaşımıza da teşekkür ve minnet borçluyuz. Dergi sürecinde asla yalnız bırakmayan dergi kurulunda olan arkadaşlara da teşekkürlerimi iletirim. Bütün zorlukları birlikte aşarak bu günleri görmemizi sağladık. En çok teşekkürü ileteceğim kişiler hiç şüphesiz dergimiz için farklı üniversitelerden yazı yazan arkadaşlardır. Dergi kurulunda olmayıp bizlere eleştirileri ve önerileri ile yol gösteren arkadaşlara sonsuz teşekkür ederiz. “Okuyun zira mürekkebin akmadığı yerde kan akıyor” Beytullah EMRAH 4 Röportaj El f Taşar - Av. El f Perçem Karakeç - Kşsel olarak sz tanımak styoruz. Nerede, nasıl br ale ve sosyal çevrede doğdunuz, büyüdünüz, eğtm hayatınız nasıldı? Tabii ki, kendimi tanıtmadan önce siz değerli hukuk öğrencilerine çalışmalarınız için teşekkür ediyor ve geleceğin hukukçuları olacak sizlere bu yolda başarılar diliyorum. Kendimi tanıtacak olursam, 1995 yılında Diyarbakır’da doğdum. Hâlâ burada yaşıyorum ve 2020 yılından beri avukatlık yapıyorum. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini memleketim Diyarbakır’da tamamladım. Üniversiteyi ise Gaziantep’te okudum. Ailem eğitime çok önem veren bir aileydi her zaman, bu sebeple hep destekçim oldular. Küçük yaştan itibaren, özellikle de bir kız çocuğu olarak okumanın, eğitimin ve öğretimin dolayısıyla kendi ayakları üzerinde durabilmenin önemini aşıladılar hep. Küçük yaşlarım hep bu bilinçle geçtiğinden o sıralar benim için en önemli şey derslerimdi, okul notlarımdı. Tabi yaş aldıkça aynı çizgide ilerleyemesem de yine de eğitim hayatım benim için hep çok önemli bir noktada oldu. Aynı şekilde çevremde de bu bilinçte olan arkadaşlarım vardı. Bu sebeple hem bol bol ders çalıştık hem de bol bol eğlendik. İnanın tekrardan öğrenci olmak isterdim, klişe gelebilir ama bir insanın gerçekten en güzel dönemi öğrenci olduğu dönemdir :) Neden hukuk eğtmn terch ettnz? Neden hakmlk, savcılık ya da hukukla lgl daha başka br ş değl de avukatlığı terch ettnz? Açıkçası üniversite sınavına hazırlandığım dönem aklımda hukuk yoktu, zaten sayısal öğrencisiydim. Evet hukuk bölümü hep ilgimi çekmişti annemin de hukukçu olmasından ötürü ama özellikle fakültesini okumak gibi bir fikrim yoktu. Ailemin de teşviki ile hukuk fakültesini okudum ve iyi ki de okudum. Fakülteye girdiğim ilk günden beri hep avukat olacağımı düşünüyordum zaten. Zaman zaman her öğrenci gibi farklı fikirlere kaysam da hep avukatlık fikrine döndüm. Avukatlık bana her zaman daha bağımsız ve özgür bir alan olarak gelmiştir. Bunun yanı sıra bizler, adaletin tesisi noktasında çok büyük bir rol oynuyoruz ve adaletin temeli de savunmadan geçer. Yargının kurucu unsurlarından olan savunma görevini de biz avukatlar icra ederiz. Dolayısıyla savunma hakkının kutsallığını, özgür düşünmeyi, düşündüğünü icra edebilmeyi, bağımsızlığı ve adaleti benimseyen biri olduğumdan ötürü de avukat olmayı tercih ettim. 5 Hukuk okuyan arkadaşlara ne tür tavsyelerde bulunursunuz? Br hukukçu olarak ülkemzdek hukuk fakültesnde sayısında var olan artışı nasıl değerlendryorsunuz? Fakülte sayılarındaki artışın hukuk eğitiminin niteliğini etkilediğini düşünüyorum. Hukuk fakülteleri kitap ve notlardan, sınavları geçme kaygısından ibaret hale gelir oldu. Halbuki bu fakülteler konuşmayı, yazmayı, akıl yürütmeyi, gerekçelendirmeyi hedefleyen bir eğitim içerisinde olmalıdır. Hem hukuk fakültesi sayısının fazla olması hem de kontenjanların kalabalık olması, bana göre eğitimi alelade hale getiriyor. İhtiyaçtan fazla hukuk mezunu, ihtiyaçtan fazla avukat hatta hakim ve savcı var. Bu vahim durum tabii ki de hem mevcut hukuk eğitiminin hem de hukukçuların kalitesini etkiliyor. Bu konu hakkında daha çok şey konuşulur tartışılır fakat özellikle de biriken ‘avukat’ sayısına bir an önce daha çok çözüm yolunun geliştirilmesi gerekiyor. Hukuk öğrencilerine öncelikle söylemek istediğim şey bu fakültenin kolay olmayışı. Aynı zamanda ‘hukuk fakültesi zordur’ ön yargısını da kırmalarını tavsiye ederim. Hukukun asla ezber olmadığını bilmeli, derslere sınavları geçmek için değil hukukun özünü anlamak için girilmeli. Bence fakülte hayatında hukuka dair gerçekten çok şey öğreniliyor. Belki pratikten çok teknik yönü daha ağır olsa da dersleri düzenli takip edip devamlılık sağlandığında sonraki meslek hayatı için büyük bir kazanım oluyor. Bunların yanı sıra hocalardan çekinmeyerek merak ettiğiniz her noktayı onlara sormalısınız. Kitap okuma alışkanlığı edinip her türden kitap okunmalı, özellikle de hukuk ile alakalı kitaplar, makaleler, kararlar okunmalı. Hatta okumak yetmez hukuk ile alakalı film ve diziler de seyredilmeli. Bunlar başta hukuki bir bakış açısı olmak üzere bölümünüz hakkında size birçok şey kazandırır. Bunların yanı sıra yabancı dilinizi de geliştirip, sosyalleşme konusunda da adımlar atabilirsiniz. Özellikle hukuk fakültesi öğrencilerinin sosyalleşme konusu çok önemli bence. Hem üzerlerindeki çekingenliği atmaları hem de çevre yapmaları noktasında büyük önem arz ediyor. 6 Avukat olacak arkadaşlara ne tür tavsyelerde bulunursunuz? Öncelikle gerçekten avukat olmak isteyip istemediklerini düşünmeleri gerekiyor. Hangi şartlarda avukatlık yapacaklarını iyice araştırmaları gerekiyor. Özellikle de oturarak ve emek sarf etmeden bu mesleğin yapılamayacağının bilinmesi gerekiyor. Çaba sarf ederek, koşturarak, bu mesleği severek, istediğiniz noktaya ulaşabileceğinizi düşünüyorum. Bir avukat için sosyal çevre ve tanınması çok önemlidir. Bu konuda ne gerekiyorsa ellerinden geleni yapmalarını öneriyorum. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra bir staj dönemi başlayacak. Bir sürü kişi bu staj dönemini önemsiz ve gereksiz bulsa da tam tersi büyük önem arz ediyor ve meslek hayatınızda ilk büyük adımı bu evrede atacaksınız. Tabiri caizse avukatlığınız bir bitki ise staj dönemi bunun tohumudur. Hem adliyede hem de avukat yanında yapacağınız bu staj döneminde yapılan hiçbir şeyin boş olmadığını bilmelisiniz. Adliye stajında duruşmaları bol bol izlemeli, adliye kalemlerinde, koridorlarında neler yaşanıyor, sistem nasıl işliyor yakından öğrenmelisiniz. Staj yapacağınız hukuk bürosunun ise çeşitli ve farklı davalara bakan bir hukuk bürosu olması mesleki açıdan size bir sürü avantaj katacaktır. Aynı zamanda bu süreç boyunca da avukatmışsınız gibi düşünüp muhakeme edin. Staj döneminde de çekingenliği bir kenara bırakıp takıldığınız ve merak ettiğiniz her noktayı çekinmeden sorabilmelisiniz. Tekrardan bir noktaya parmak basmak istiyorum. Avukatlıkta nitelikli çevrenin ve sosyalleşmenin önemini bir kez daha belirtmek istiyorum. Sosyal ilişkilerinizi kuvvetli tutmaya özen gösterin. Çeşitli hukuki seminerlere, çalışmalara katılabilir, dernek ve vakıflara da üye olabilirsiniz. Son olarak asla ümitsizliğe kapılmayın, unutmayın hiçbir emek boşa gitmez. Çalışarak ve severek birçok şeyin karşılığının alınabileceğini düşünüyorum. Biz avukatlar bağımsız savunmayı temsil ederek kamu hizmeti ifa eden, serbest meslek icra eden kişileriz ve adalet terazisine olan güvenin korunabilmesinde çok büyük ve aktif bir rol üstleniriz. Bu yüzden mesleğimiz çok önemli. Biz avukatlar ve hukukçular asla ümitsiz olmamalıyız, yılmamalıyız ve sürekli çalışıp üretmeliyiz. 7 Stajyer avukatlar cüz br ücret karşılığında çalışıyorlar ve bu durumdan mustarpler szce çalışma kapsamının daraltılması çn neler yapılablr veyahut çalışmalarının kapsamı daraltılmalı mı? Stajyer avukatların çalışma kapsamının daraltılması gerektiğini pek düşünmüyorum. Çünkü her stajyer avukat çalışmalı, öğrenmeli ve üretmelidir bana göre. Çalışma alanlarının kısıtlanması onlar açısından da haksızlık teşkil eder. Bunun yerine çalıştığı ve emek sarf ettiği ölçüde ücret alması daha doğru olacaktır. Bunun yanı sıra; stajyer avukata mesleği ile alakasız iş yüklenmesi ve işçi muamelesi yapılması da son derece yanlış ve çoğu zaman bu sorunla karşılaşıyoruz. Stajyer avukatlar mecburen ihtiyaçlarını karşılamak için bu cüzi miktarları kabul edip, bu şekilde çalışmak zorunda kalıyor. Kıdemli avukat ve stajyer avukat arasında adeta bir patron-işçi ilişkisi doğuyor. Burada mağdur olan stajyer avukatlar ve derhal bu soruna da bir çözüm bulunması gerekiyor. Kıdemli avukatların, stajyer ve genç avukatlarla meslektaş olduğunu, aynı zor süreçlerden kendilerinin de geçtiğini unutmaması ve bu noktada gerekli özeni göstermeleri gerekiyor. Bldğnz üzere hukuk mezunu öğrencler önceden stajdan sonra drekt avukat olablyorlardı fakat artık mezun olan öğrencler avukatlık sınavına grp sınavda başarılı olduktan sonra avukat olablecekler. Szce avukatlık çn sınavın gelmes hukuk mezunu öğrencler çn br avantaj mı yoksa dezavantaj mı her ks de söz konusu se ne gb avantajlar ve dezavantajlar söz konusu olacaktır? Avukatlar için hukuk mesleklerine giriş sınavının hem avantajları var hem de dezavantajları. Önce avantajlarından bahsedecek olursak; seçicilik artacağından ötürü avukat yığılmasının bir nebze de olsa önüne geçileceğini düşünüyorum. Bu da avukatlar açısından sayı kontrolünü sağlayacak ve akabinde hem mesleğin hem de avukatların niteliğinin azalmasının bir nebze de olsa önüne geçecektir. Ayrıca rekabetle hareket edileceğinden başarı oranının da artacağını düşünüyorum. Dezavantajlarından bahsedecek olursak; her sınava hazırlanma sürecinde olduğu gibi kurs ve dershane gibi kurumlar ortaya çıkacaktır. Üniversiteler bile dershaneleşme yolunda ilerleyebilir. Bu da hukuk mezunlarını adeta yarış atına çevirecektir. Yine de bana göre avantajları, dezavantajlarından daha fazla. Önlem alınmaya devam edilmezse bu meslek daha çok kan kaybedip çürümeye yüz tutacaktır. Alınan her önlem mesleğimizin geleceği açısından çok kıymetli. 8 Büyük Selçuklu'nun Keskin Kılıcı: Adalet Canan Akkaya (Marmara Üniversitesi Hukuk) Adaletin konu olarak alınmış olduğu tarihi döneme geçmeden önce bu kavramın yazının konusunu teşkil etmesinin temeline bakmak gerekmektedir: Her şeyden evvel adalet olarak adlandırılmış olan bu kavram; insanın maddi ihtiyaçları kadar lüzumlu olmakla birlikte başka bir boyut olan manevi ihtiyaçlarının da adeta başını çekmekte bir duygu olarak da insan ruhunda yerini almaktadır. Eksik kaldığı zamanlarda her ne kadar insanın maddi ihtiyaçları giderilmiş olsa da etkisini gösterir ve maneviyatta bir açıklık bırakır. Buna göre adalet bir durum olduğu gibi adaletsizlik ile karşı karşıya kalmakta yaşanılması kaçınılmaz bir durumdur günümüz modern hukuk sistemlerinde. Peki modern hukuk sistemlerinde belirlenmiş olan çeşitli kurum ve kavramların her zaman için adaleti sağlayabilme gücü olduğundan bahsedebilir miyiz? Bu bakımdan çevremize veya kendi yaşamış olduğumuz durumlara bakarak modern hukukun düzenlemiş olduğu yüzlerce, binlerce normun ve bu normların oluşturduğu normlar sistemlerinin adaleti sağlamakta ne kadar etkili olduğunu görebiliriz. Sonuç olarak günümüzde hakkımızı arayabileceğimiz, başvurabileceğimiz bir hukuk sistemi ayrıntılı şekilde oluşturulmuşken yazıda ele alınmış olan Büyük Selçuklu Devlet’inde adaleti sağlayan bir sistem nasıl oluşturulmuş ve ne şekilde işlemişti? Adil Bir Yönetim Adil Bir Devlet Büyük Selçuklu Devleti, geniş bir alanda hakimiyet kurmuş buna bağlı olarak çeşitli ırklardan oluşan bir halkı yönetmiştir. Halk arasındaki din, dil, ırk farklılıklarına adil düzenin gerektirdiği şekilde hoşgörü göstermiş, amacı hüküm sürdüğü toplumun refah ve huzur içinde yaşamasını sağlamak olmuştur. Kuşkusuz her devlet düzeninde refah ve huzur içinde yaşamanın yolu halkın ve yönetimin adil bir sisteme tabi olmasından geçer. Bu sebeple gerek Selçuklu sultanları gerek devlet adamları, idareciler bu amaçla çalışmış; mazlumu zulümden korumuş, hakkı yenilene hakkını vermeye çabalamış, atamalar yaparken liyakati esas almış, halkı ezen vergileri kaldırmakla beraber vergi sistemini adil bir düzen içine yerleştirmişlerdir. Fetih ettikleri yeni topraklarda zayıf ve fakir kesimin zengin ve güçlü sınıfın kölesi haline gelmesine müsaade etmemiş, onları devletin himayesi altına almıştır. Selçuklular yönettikleri alanda güçlü bir adli teşkilat kurmuş, görevlendirdikleri yöneticiler de adaletin yerini bulması adına görevlerini aksatmamışlardı. Kurulan bu adli teşkilat ne sultanın ne de başka bir kurumun baskısı altında kalmış, bağımsız bir şekilde işleyerek halkın güveni ve itaati sağlanmıştı. Bu noktada düzenin tabi olduğu hukuk sistemine kısa bir bakış atmakta fayda var. 9 Adaletin İşlendiği Hukuk sistemi Hukuk sisteminin temellerini Oğuz kabilelerinden gelen gelenekler ve İslamiyet’e geçişle Karahanlı, Gazne, Abbasi devletlerinin uygulamaları oluşturmaktaydı. Büyük Selçuklu’da hukuk, örfi ve şeri olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Yargılamanın eski Türk örf ve adetlerine göre yapıldığı sistem örfi hukuk adını almış; bu davalarda hükümlere karşı gelip toplumun huzurunu ve güvenliğini bozanlar yargılanmış ayrıca ikta, askeri ve ticari konulardaki davalara da bu sistemde bakılmıştır. Hukukun ikinci ayağını da başta belirtilmiş olduğu gibi şeri hukuk oluşturmaktaydı. Şeri hukukta yargıç kadılar olmuş; miras, boşanma, hayır işleri ve benzeri konulardaki uyuşmazlıklara çözüm getirmişlerdir. Dönemin yargıçları kadılara rahat bir çalışma olanağı sağlanmış bağımsız karar almaları esas kılınmıştı fakat alınan kararlar hakkında halkın şikayet ve itiraz hakkı bulunmuş böylelikle kadıların da denetlenmesi öngörülmüştür. Peki halk; şikayet ve itiraz haklarını hangi yollarla kullanmış, haklarında adil kararların alınması noktasında isteklerini kimlere bildirmiştir? Bu sorunun cevabı olabilecek kavram Selçuklu Divan örgütünün bir parçası olan Divanı-Mezalim makamıdır. Dönemin yüksek mahkemesi olarak adlandırabileceğimiz bu divanda çözüme kavuşturulmakta zorlanılan büyük davalara bakılmış, halkın hem huzurda sözlü hem dilekçe şeklinde yazılı şikayetleri dikkate alınarak uyuşmazlıklar karara bağlanmıştı. Bu makama devletin en yüksek mercisi olan sultanlar en büyük hakim sıfatıyla başkanlık yapmışlar, dönemin önemli devlet adamı Nizamü’l-mülk ’ün “Siyasetname” eserinde belirtilmiş olduğu üzere haftanın iki günü halkla bir araya gelerek onların sorunlarını dinlemişlerdir. Söz konusu dilekçeler Divan-ı Mezalim makamında bizzat sultanlara sunulmakla birlikte dilekçe sahipleri, dilekçelerini bulundukları bölgenin yöneticilerine de sunarak haklarını arama olanağına sahip olmuştur. Böylelikle Selçuklu devlet düzeninde adaletin koruyucusu olarak görülen sultanlar, onların atamış oldukları hakkaniyetli yöneticiler ve önemli devlet adamları tarafından adil düzen korunmuş; alınan kararlarla zalimin mazluma olan hakaretinin önüne set çekilmiştir. 10 Adalet Timsali Büyük Selçuklu Sultanları Selçuklu hükümdarları kurulan devletle birlikte var olan adalet sistemi içinde Sultan Tuğrul’dan Sultan Melikşah’a varana kadar etkin bir biçimde rol almış; fethettikleri bölgelerin insanlarına adil, hoşgörülü ve cömert oluşlarıyla rahat nefes aldırmış böylelikle devletin ve toplum düzeninin istikrarını hem davranışlarıyla hem de koydukları kanunlarla sağlamışlardır. Örneğin, Sultan Tuğrul Bey ‘in hüküm sürdüğü zamanlarda şehirlerden alınan vergiler ile yüksek miras vergileri kaldırılarak halkın üzerindeki yük alınmış, buna bağlı gelişen adaletsizlikler ortadan kaldırılmıştı. Sultan Melikşah döneminde ise aile ve mülk hakkında kanunlar çıkarılmış, vermiş olduğu emirlerle hükmü altında işleyişini sürdüren manastırlardan, kiliselerden alınan vergilere son vermiş; yönetimi altındaki her millete adil oluşunu bir kez daha göstermişti. Sultan Melikşah dönemin kudretli veziri Nizamü’l-mülk’ün deyimiyle bu büyük devlette adaleti mülkün temeli yapmış ve bu sebeple kendisine “Sultanü’l Adil” denmiştir. Sultan Melikşah’ın babası Sultan Alparslan da adil bir lider oluşuyla tarihe yazılmış, pek çok olayda da bu vasfını göstermiştir. Örneğin halktan sadece “asıl harac”ı almakla yetinmiş ve ağır yük olmaması açısından bunu yılda iki taksite bölmüştür. Başka bir örnekte bir seferde gittiği bölgenin hakimi tarafından kendisine 100.000 dinar ile çeşitli hediyeler sunulmuş fakat bu paranın halktan zorla alındığını öğrendiği anda paranın tek tek hak sahiplerine iadesini emretmişti. Sonuç Bu genel değerlendirmelerden yola çıkarak devrin adalet anlayışına, dönemin sistemi ve uygulamalarından örnekler vererek ışık tutmaya çalıştık. Görüldüğü gibi devleti ayakta tutmanın yolu halkın adil bir düzen içinde yaşayabilmesine, her zaman için şikayetlerini ve dilekçelerini doğrudan dönemlerinin kudretli hükümdarlarına sunarak sorunlarının adil bir şekilde çözüme kavuşturulmasına bağlı olmuştur. Teknoloji ve modernitenin olmadığı bir zamanda adalet sistemi kusursuz bir şekilde kurulmuş ve gerek ilim adamlarının çalışmalarıyla gerek basiretli devlet idarecilerinin uygulamalarıyla varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Büyük Selçuklu devleti adil düzeniyle kendinden sonra gelen Türkiye Anadolu Selçuklu devleti ve diğer devletlere örnek olmuş, gelecek devrin devletleri bu düzenden misaller alarak veya birebir uygulamalarla tatbik ederek hüküm sürmüşlerdir. Kaynaklar: Tarihbilimi.gen.tr, Tarih Portalı, Tdv İslam Ansiklopedisi, derintarih.com, Dergipark (21870499,1235359), SOBİAD(NilayAğırnaslı,2014), İstanbul üniversitesi Selçukulularda adliye teşkilatı. 11 Modern İnsan Neden Mutsuz? Berrak Kırbaç (Atatürk Üniversitesi Hukuk) İnsan, varlığının ve gelişiminin bu raddede oluşunu neye borçludur? Güçsüz bir çift kol ve bacak, sınırlı gözler ve burun nasıl oldu da günümüz insanını; doğanın her ögesine etki edebilen bir canlı haline getirdi. Yüzyıllardır aranan bu gizemin cevabı aslında o kadar ilkeldir ki insan nesli bazen bu basitliği konduramaz heybetli güçsüzlüğüne. Ancak gerçeklerden kaçamayacağını bilen tek canlılar olarak bizim bu serüvende tutunabilme sebebimiz ‘’Neden?’’ sorusunun ta kendisidir. ‘’Çakmaktaşları çarpıştığında neden renkli ışıklar çıkar?’’ sorusu bize ‘’ateş’’ cevabını verdi. Bu cevap hayatımızın her yönünde katkı sağladı ve yeni nesli bir adım öteye taşıdı. ‘’Köşesiz taşlar neden daha fazla yuvarlanır?’’ sorusu bize tekerleğin icadını getirdi. ‘’Neden atalarım mağara duvarlarına hikayelerini çizdi?’’ sorusu insanlığın estetik duygusunu ortaya çıkardı ve yüzyıllardır vazgeçemediğimiz ‘sanat’ meyvesini sundu. Asırlar geçti, ‘’Neden?’’ dediğimiz her an bizi yepyeni bir döneme hazırladı. Neden varım? Neden farklıyım? Neden konuşmak istiyorum? Neden seviyorum? Neden âşık oluyorum? Ve Neden elmalar kendiliğinden yere düşüyor? Gibi milyonlarca ve milyarlarca soru bize bilimi, edebiyatı, psikolojiyi, siyaseti ve hukuku bahşetti. Yeri geldi soruların sorgusu ağır kaldı bencil zihnimiz için ve cevap bulmak onlarca nesle mâl oldu. Yeri geldi zamanın zalimliği bizim verdiğimiz cevabı beğenmedi ve bizi yeniden düşünmeye sevk etti. Yeri geldi öyle sorular sorduk ki cevabını aramayı düşünmekten dahi korktuk. İnsanlık mirasını oluşturan bu kümülatif yapı, artık bir macera filmi gibi izlenebilecek kadar açık ve net. Her an Dünya’nın bir köşesinden ‘’Neden’’ sesi yükselse de bugün insan nesli olarak hiç bulamadığımız kadar hızlı cevap bulabiliyoruz. Her şey çok hızlı, üretken, karmaşık ve yeni. Bizlerin de en büyük varoluş amacı soru sormak ve cevap bulmak ise türümüzün en tatmin olduğu dönem tam da şu andır… Diyebilmeyi çok isterdik. 12 Ancak bir zamanlar her dönemi yepyeni bir basamak haline getiren ‘’Neden?’’ sorusu şu anda çıkmaz bir sokakta kalmış gibi görünüyor. Çünkü dünyanın her köşesinden yükselen o hızlı sorular özellikle son 50 yılda çok büyük bir benzerlik içinde. Din, dil, ırk, coğrafya fark etmeksizin yeni dönem insanının en çok sorduğu soru ‘’Neden mutsuzum?’’. İnsan vücudu nasıl organlardan, etten, kemikten ve kandan oluşuyorsa zihin de hislerden oluşur. Ancak zihin yapısı olabildiğine soyut olduğundan irdelenmesi ve anlaşılması her zaman çok daha zor olmuştur. Peki atalarımızın, zor da olsa, cevap bulduğu bu soruya modern dönem insanı neden cevap veremiyor? Çünkü mutsuz olduğumuz için mutsuzuz. Olabildiğince sebepsiz ve yapay. Zihnimiz, somut sebep eksikliğinden dolayı daha büyük bir mutsuzluk çukuruna itiliyor. Evler, arabalar, eşyalar; müzikler, resimler, insanlar; konuşmak, yemek ve uyumak… Hiçbiri gideremiyor içimizdeki mutluluk eksikliğini. Biz de bu açığı, her biri 10 saniyelik, içerik bombardımanıyla doldurmaya çalışıyoruz. Ekranlarla uyuşturduğumuz beyinlerimizi üretken olmadığı için suçluyoruz ve daha da mutsuz oluyoruz. İnsan, dünya yolcusudur. Doğum ve ölüm arasındaki yola ‘’hayat’’ der. Hayat, ne kadar yol alırsan o kadar anlam kazanır. İnsan, ne kadar yolcuysa o kadar insandır. Bu fıtrat yönünde mutluluk da sorgulama ve cevaplama arasında geçen süreçtir. Amaç cevap bulmak olsa da kazanç her zaman süreç olmuştur. Amaca ulaşma isteği; o yolda düşmek ve yaralanmak, kalkmak ve kazanmak; insanı büyütür, geliştirir ve mutlu eder. Çaba göstermeden, tek tıkla, her şeye ulaşabilen günümüz insanının saniyelik merak sürecinden tatmin olması da pek mümkün değildir. Beyin, 1 saatte yüzlerce içerik görüp dopamin krizine girmeyi, bir romanın yavaş ve sağlam mutluluğuna tercih eder. Çünkü ilk seçenek her zaman daha kolaydır ancak geçicidir. Tezat şudur ki insan doğası hiçbir zaman kolay ve geçici olana yönelmemiştir. Belki de sorun her geçen gün insan doğasından uzaklaşıp sanal bir dünya içinde benlik aramamızdır. 13 İçerisi İnsanların Kendiyle Tanışması Meltem Ünsal (Kırıkkale Üniversitesi Hukuk) Hayatımızın gidişatını değiştirdiğine inandığımız olaylar ne sıklıkla olur? Bu olaylar her zaman fark edilebilir şekilde mi karşımıza çıkar? Fark etmiş olmak etkilerini azaltmak için yeterli midir? Tüm bu sorular için verilebilecek en net cevap belirsizliktir. Fakat çağrışım yapacağı olaylar sıralanabilir. 3 yıl önce Koronavirüs varyasyonu olan Covid-19, sıradan hayat fonksiyonlarımızı yeniden formlandırmamıza önayak olacak ölçüde büyük bir etkiyle yaşamlarımızın göz ardı edilemez bir parçası haline geldi. 2023 Mart ayı itibariyle insanlara müdahalesi yavaş yavaş görünmez hale gelmiş olsa da şu an günlük rutinimize dahil olan ve nihayetinde vazgeçilmez hale gelen birçok aktivite geçtiğimiz 3 yılın eseri olarak varlığını sürdürüyor. Bunların başında çevrim içi eğitim ve sosyal medyanın kullanım sıklığının artması gelmekte. Peki sıradan aktivitelere etkisi bir yana pandemi süreci sanatsal üretkenliği ve devamlılığı nasıl etkiledi? İcra edilen sanatın, yalnızca sanatçı ve eser arasında geçen diyalogla sınırlı kalması sanıldığı kadar olumsuz bir sonuç mu demekti? Dış dünyaya dair her şeyin dijital ekranlarımız aracılığıyla evimize misafir olabilmesinden bu yana, sinema başta olmak üzere sergi, tiyatro ve müze kavramları bilinene aykırı, farklı bir forma evrilmeye başlamıştır. Pandeminin sebep olduğu bu evrim, yeni sanat kapıları açarak da sürmeye devam etmektedir. Neticede insanlık, tarihi boyunca şahit olduğu her olayı sanat aracılığıyla anlatma imkânı bulmuştur. Bunun adı kimi zaman müzik kimi zaman resim olsa da ana gaye aynıdır: Yaşananları; yaşayanlar olarak anlatmak, anlatabilmek. Pandemi de insanlığın yaşadığı tecrübeler arasına girerken, anlatılmak ve sergilenmek üzere yeni konular vermiştir. Fiziksel olarak seyircisi olmadan anlam kazanamayacağı düşünülen komedi de baştan irdelenmesi gereken ana karakterlerden biri olmuştur. Ve akıllara “Beraber gülecek bir kalabalığın olmadığı odada anlatılanların ve sergilenenlerin kalitesi ölçülebilir mi?” sorusunu getirmiştir. Şüpheyle yaklaşmayı gerektiren ve kanımca üzerine kafa yorulduğunda farklı kapılara çıkan bu soruya Bo Burnham’ın 2021 yapımı müzikal, belgesel ve dram gibi özellikleri taşıyan Inside’ı örnek verilebilir. Müzikalin çekim, görüntü düzenlemesi gibi aşamalarının hepsini pandemi sürecince tek başına üstlenen Burnham’ın meydana getirdiği bu eser, sanat ve komedinin kabuk değiştirme sürecine ışık tutar cinsten. Başlangıçta önyargı sahibi olduğum ve sonrasında sahne bazlı her tür gösteriye karşı bakış açımı genişleten müzikal, icra edilen sanatın asıl alıcısının mesafe kavramına karşı gelebilen insanlar olduğunu kanıtlar nitelikte. Buradan yola çıkarak mesafe kavramına da değinmek gerekebilir. Zira pandemi ile uzaklık ve mesafe kelimeleri birbirlerine olan yakınlıklarını kaybettiklerini söyleyebiliriz. Bu süreçte meydana getirilen birçok eserde bunu görmek mümkün. Inside örneği üzerinden gitmek gerekirse Burnham, uzaklığın maddesel; mesafenin ise manevi olduğunu, müzikalinde etki bırakacak derecede hissettiriyor. Kanımca da ortaya çıkan herhangi bir esere sahne veya sergilendiği ortamdan uzakta bir yerde tepki verebiliyor olmak mesafeyi sıfır derecesine indiriyor. Çünkü mesafe, duygusal bağı ifade ederken uzaklık aradaki maddesel veriyi sunuyor. 14 Bu bilgiler ışığında yazımın çıkış kaynağı olan içerde olmak kavramına değinmek istiyorum. Daha önce de bahsettiğim gibi her alanda geçirdiğimiz evrim yaşam periyodumuz boyunca tecrübe edeceğimiz sınırlı olaylar arasında. Ve nihayet bu alanlarda biri olan duygusal bağların değişim ve gelişimi de göz ardı edilemez durumda. Eserleri, filmleri ve dizileri yorumlama şeklimizin daha da özgürleşmesi ve hatta sınır tanımaz noktaya doğru ilerlemesi de şüphesiz yaşadığımız bu duygusal açıdan değişimimize bağlanmalıdır. Eleştiri esnasında izlenmiyor ve dinlenmiyor olmak insanoğluna her zaman diliminde daha çok cesaretlenme imkanı vermiştir. Fakat yaşanan pandemi bu durumun biraz değiştiğini, izlenmiyor ve dinlenmiyorken yapılan eleştirilerin yaratıcısı tarafından anında topluluğa sunulabileceğini daha da gözler önüne sermiştir. Buna karşılık da her kesimin dahil olduğu bir eleştiri tufanı mahal bulmuştur. Sonucunda, içerde olmak dışarıyla ilişkiyi tek bir an bile kısıtlamamış; aksine sınırsız erişimle birlikte, mümkün herhangi bir fiziksel müdahalenin de ötesine geçmiştir. İçerde olmak aynı zamanda kişinin kendisiyle tam zamanlı tanışmasına sebep olmuştur. Sessizlik ve dinginlik hak ettiği değeri bu dönemde söke söke almıştır. Örneğin, herkesin sahip olduğu o sıradan şarkı normal zamanda otobüs ile işe veya okula giderken hiç dinlenmeden atlanırken bu dönemde bir şansı hak etmiştir. Zorunluluktan oturduğumuz masa ofis; mutfak ise klasik bir çay ocağına dönüşmüştür. İçeri girmenin zıttı dışarı çıkmak değil; “İçerde kalmak zorundayız.” cümlesine evrilmiştir. Düşünmek bir kaçamak değil; zorunluluk halini almıştır. Saydığım tüm bu detaylar sıradanlaşıp tekrar edildiğinde şaşırılmayacak evreye gelmiştir. İnsanoğlu ise en başta nefretle reddettiği sonra vazgeçemediği bu detaylardan da sıkılmış ve nihayetinde bulduğu en ufak fırsatta dışarı çıkmanın hayalini kurmuştur. Buna binaen fikrimce insanlar, içerde olmanın iyileştirdiği kesim ve dışarının hayali olmadan yapamayan kesim olmak üzere iki farklı ayrıma sürüklenmiştir. Taraflar arasındaki farklılıklar ve o dönemlerde edindiğimiz alışkanlıklar geçen 3 yılın içerisinde kendini zaman zaman belli etmiş olup şimdi dahi gözle görülür olmaya devam etmektedir. Aynı zamanda bu ayrım, insanlığın canlı ve evrilebilir özellikte olmasının en büyük örneklerinden birini oluşturmaktadır. Sonucunda öyle düşünüyorum ki; insanın kendini tanıması, kendine bir şeyler katabiliyor olması, tek başına düşünebilmesi ve gülebilmesi içerde olmayı öğrenmekle başlıyor. Bu içerisi bazen bir oda, bazen bir kitap bazense insanın kendi aklı veya kalbi olabiliyor. Tüm bunların ışığında da sorulması gereken bir soru kalıyor: “İçerisi, insanlık için sanıldığı kadar kötü mü?” 15 DÜNYAYI FARKLI AÇILARDAN GÖRÜN AFORİZMALAR ÖNCE SÖZ VARDI PLATON Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz. Hayattaki gerçek trajedi yetişkinlerin aydınlıktan korkmasıdır. Cehalet tüm kötülüklerin kökü ve gövdesidir. Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Çocukları zorla veya zorla öğrenmeleri için eğitmeyin; daha ziyade zihinleri eğlendiren şeyleri öğrenmeye yönlendirin böylece her birinin dehasının kendine özgü eğilimini tam olarak keşfedebilsinler 16 17 Hukuk Bilimi Pınar Çağla Dalyanlı (Çukurova Üniversitesi Hukuk) Sosyal bilimler; sosyal olay olarak görülen insan davranışlarını inceleyen bir grup bilim olarak tanımlanabilir. Hukuk bilimi de sosyal bir bilimin parçası olarak insan davranışlarını daha doğru bir deyişle düzensiz insan davranışlarını inceler. Bu ifadelerden yola çıkarak hukuk alanında yapılan çalışmaların ve uygulamaların bilimsel bir yönü olup olmadığı konusundaki bir sonuca varabilmesi için bilim ve hukuk kavramların üzerinde durulması gerekir. Hukuk uygulama sınırlama açısından bilimle örtüşmek zorundadır. Yasa yapma faaliyetinde bulunma, kurallara uygun yapıldığı takdirde bilimsel bir içerik taşıyacaktır. Çünkü düzenleme konusu olan sosyal sorunun tespiti ve norm hale getirilme süreci tamamen bilimseldir. Ayrıca yasa yapma süreci bilimsel bir nitelik taşımakta iken uygulama süreci için aynı sonuca varmak kolay olmayacaktır. Örneğin, doğal hukukta (tabii hukuk) kanun koyucunun iradesine ve arzusuna göre kural koyulduğu düşünülür. Pozitif hukukta ise hakim hukuki bir olayı çözüme kavuştururken mahkeme kararlarından ve diğer bilimsel eserlerden yararlanmak zorundadır. Bu yüzden kanun koyucu dilediği gibi davranamaz. Ancak mevcut olan kanun veya hukuk boşluğunu doldurması gereği ortaya çıktığında uygulayıcı kural getirmek zorundadır. Ayrıca hukuk; toplumsal güvenliği sağlamak, düzeni korumak, bütünlüğü sağlamak ,bu ilişkiler adına sürdürebilir kılmak amacıyla yasa yapmak zorundadır. Velhâsıl hukukun sosyal bilim olduğu konusunda yasa yapma süreci bilimseldir. 18 B l m n lg alanına tüm evren g rmekted r. Hukuk se toplumsal yaşam le bu yönüyle evren n b r bölümü le lg lenmekted r. Ancak b l mde nedensell k bağlarını bulma ve teor oluşturma amacı onun özell kler n oluşturmaktadır. Hukukun tanımında bu hususlar yer almamaktadır. B l m anlama, tahm n etme, açıklama ve kontrol görevler nden en az brn yer ne get rmekted r. Hukuk se adalet gerçekleşt rmey , toplumsal düzen sağlamayı ve sosyal açıdan zayıfı korumayı amaçlar. Bu b l m n kontrol görev le örtüşmekted r. Bu yüzden hukukun b l mden ayrı düştüğü söylenemez. Hukuk değ ş k açılardan b l msel araştırmalara konu olmaktadır. Örneğ n salt b r olay olarak nceleneb l r. İnsanların karşılıklı davranış l şk ler n nceleyen sosyoloj b l m hukuk n tel k taşıyan olaylara yöneld ğ nde hukuk sosyoloj s kapsamına g rer. Hukuk da toplumsal gerçekl ğ n b r görünümü olmakla b rl kte sosyoloj k araştırmalara konu olab l r. Bu yüzden get r lecek yen normun aks ne etk l olmaması ve kağıt üzer nde kalmaması ç n düzenleme konusu olan sosyal gerçekl ğ n b l msel olarak araştırılması gerek r. Bu sonuçlardan b r çıkarım yaparsak; hukuku b l msel kılab lmek ç n hukuk objekt f, sınırlı ve mantıksal olmak zorundadır. Kısacası, nsan davranışları hakkında öğren lm ş ve öğren lecek olan her b lg , tasarlanan yasalar üzer nde oldukça etk l d r. Çünkü yasalar nsan ç nd r, devlet ç n değ l. (Freud). Özetle, hukuk toplumları düzenleme görev n üstlend ğ ç n hukuk b r toplumb l md r d yeb l r z. 19 Mecburiyetten Gitmesinler Eylül Dem r (Gaziantep Üniversitesi Hukuk) Türkiye yetiştirdiği kalifiyeli gençlerini neden onlar yurt dışına gitmek zorunda kalırken sadece onlara hoşça kal derken buluyor kendini? Bu durum neden ortaya çıkıyor ve özel bir ülke statüsünde olmayı hak eden bir ülke olmasına rağmen hem de? Türkiye; jeopolitik konumuyla, insan yaşamı için elverişli ılıman iklimiyle, zengin bitki örtüsü ve florasıyla, çok çeşitli etnik grupların yaşadığı bir ülke oluşuyla, bu etnik grupların kültür kaynaşmasına yarattığı uygun ortam ile bunun sonucunda ortaya çıkan zengin mutfaklarla, geçmişten günümüze göç yolları üzerinde bulunmasıyla, dünyaca önemli petrol havzaları ve deniz ulaşım yollarının kavşağında bulunmasıyla, dünyada iki kıtayı birbirine bağlayan hatta üç kıtanın birbirine en yakın olduğu yerde olmasıyla adeta özel ülke olma statüsünü hak ediyor. Böylesine özel ve cennet benzetmesinin emanet durmayacağı bir ülkeden henüz gençliğinin baharında hem de daha üniversiteyi yeni bitirmişken bir insan neden gitmek zorunda kalır ki? Yani bir insan doğduğu büyüdüğü bir ülkeyi vatanını neden bırakıp gitmek ister ki özleyeceğini bilse dahi? Ülkedeki üniversite öğrencilerinin sayısı Avrupa’dakine kıyasla daha fazla. Eurostat’ın açıkladığı verilere göre Türkiye’de her bin öğrenciden 95’i üniversite öğrencisi iken bu sayı Avrupa’da bulunan bazı ülkelerde yarısından daha azına düşüyor. Almanya’da bu sayı 40, Fransa’da 40, İngiltere’de 39 Avrupa Birliği’nde ise 38 olarak karşımıza çıkıyor. Peki, bu gelişmiş ülkelerde bu sayı Türkiye’ye oranla neden daha az veya Türkiye’de fazla oluşunun bir avantajı var mı? Sonuçta Türkiye’den mezun olan öğrencilerin tercih ettiği ülkeler arasında Avrupa ülkeleri başta geliyor. Yine yapılan çalışmalarda bu az sayıya rağmen ortada bir denge söz konusu. Dengenin olduğu durumu şöyle açıklamak gerekirse: Eurostat’ın açıklamış olduğu güncel verilere göre, üniversite mezunu olan işsizlerle ilköğretim mezunu işsizlerin arasındaki farkın fazla olduğu ülkelerden biri olan İsveç’te oran 17,1 olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine açıklanan verileri araştırdığımızda Türkiye’de oran oldukça çarpıcı çünkü diğer bütün ülkelerin aksine Türkiye’de bu oran artık sıfırın altında: 0,1. Bu belirtilen Avrupa ülkelerinde üniversite mezunu öğrencilerin işsizlik oranı, ilkokul mezunu işsizlere kıyasla çok büyük bir oranla daha az açıklanan verilere göre. 20 Avrupa ülkelerinin üniversite sonrası öğrencilerine sağlamış oldukları iş garantisinin daha yüksek olması, açıklanan verilerden anlaşılıyor. Türkiye’de maalesef durum kritik çünkü okuduğunuz bölümü bitirdikten sonra ilkokul mezunu bir iş arkadaşınızla öğle molasında beraber yemek yeme şansınız daha olası. Bu durumu daha net açıklamak gerekirse: Lisans eğitimi için birçok basamaklardan geçiyor ve akademik hayatın beraberinde getirdiği zorlu şartlara adapte olmak zorunda kalıyorsunuz. Ancak bütün bunları bir kenara koyup, sizi yaptığınız araştırmalarla, geçmiş olduğunuz sınavlarla ayırt etmek şöyle dursun hem kendi mezun olduğunuz bölümün alt kolunda çalışamıyor hatta iş imkanlarının kısıtlı olması sebebiyle herhangi bir işte dahi çalışamıyorsunuz. Ülkedeki genç işsiz nüfusu güncel verilerle 995 bin gibi bir milyona yakın bir sayı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üniversite mezunu olduğu takdirde kendi iş gücünün dışında çalışanların sayısı ise 1 milyon 255 bin kişi. Türkiye’de durumun bu şekilde oluşu gençlerin üniversiteyi bitirdikten sonra iş garantilerinin olmadığını düşünerek gelecekleri hakkında umutsuzluğa düşmeleri onları başka arayışlara yönlendiriyor ‘’Yurt dışına Göç’’. Üniversite mezunu işsiz gençlerin yanı sıra refah seviyesini yükseltmek isteyen fakat kendi alanında çalışamayan iş sahibi mezunların veya kendi alanlarında çalışmalarına rağmen asgari ücrete yakın çalışanların da bulduğu çözüm yollarının başında geliyor. Türkiye’den en fazla göç verilen ülke Almanya olarak karşımıza çıkıyor daha sonra onu Fransa ve Hollanda izliyor. Peki neden bu ülkelere gidiyorlar bu ülkelerin tercih edilme sebepleri neler? Almanya’da 1 Mart 2020 tarihinde yürürlüğe giren ‘’Nitelikli İş Gücü Göç Yasası’’ ile birlikte Almanya; Türkiye’de üniversite sonrası iş garantisinin verilmediği durumu bir yasa çıkararak ortadan kaldırdı. Fransa ise işsizlik oranı %9 ve Fransa’da çalışmak isteyen mühendislerin ve teknisyenlerin çalışma garantisi çok yüksektir. Hollanda’nın mühendislere vatandaşlık sözünü vermesi yine bir garanti olmasından kaynaklı olarak tercih edilmesinin nedenini bize gösteriyor. Türkiye’de üniversite sonrası iş garantisinin olmasının yanı sıra üniversite mezunlarına yüksek refah seviyesinin sağlanması bu göçlerin gözle görülür bir şekilde azalacağını düşündürtüyor. Yurt dışına göçün temel sebebi ekonomi olmasa da başında gelen sebep olmasından dolayı yurt dışına göçün başında gelen bu temel sorun çözülürse göçlerin azalacağını düşünmek yanlış olmaz. Ülkede kilit taş olarak görülmesi gereken genç nüfusa gereken imkan ve koşulların sağlanması ve refah seviyelerinin yükseltilmesini dileyerek cümlelerime burada son veriyorum. 21 Bernhard Schlink Okuyucu Kitap Tahlili Feyza Kellegöz (Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Hukuk) Suç nedir, toplum suçu bir sonraki nesli nasıl etkiler, utanç bir insana nelere mal olabilir, reşit olmayan bir insanla cinsel ilişkiye girilmesi ne derece etiktir ve kişinin hayatını nasıl etkiler sorularına cevap arayan, sorgulayan ve sorgulatan bir kitap Okuyucu. 15 yaşında bir genç olan Micheal ile 36 yaşında bir savaş suçlusu olan Hanna’nın aşkını ve uzun yıllar sonra ikilinin, Hanna’nın Nazilerin toplama kampında görev almış ve Yahudileri ölüme göndermiş bir sanık olduğu mahkeme salonunda karşılaşmasını konu alıyor. Schlink, kişilerin ruh durumlarından ziyade maddi unsurları oldukça fazla betimlemiş, üslubu ise sade ve akıcı bir şekilde biçimlendirmiş. Bernhard Schlink’in bu eseri, henüz reşit olmayan bir gencin, cinsel ilişkiye girmesinin onu tüm hayatı boyunca nasıl etkileyeceğinin somut bir örneğini oluşturmakta. Nitekim, Micheal öğrenimini bitirip bir hukuk tarihçisi olduğunda, evlendiğinde ve bir çocuk sahibi olduğunda dahi 15’inde yaşadıklarını unutamıyor, Hanna adeta bir karabasan gibi onu bir kabustan farkı kalmayan hayatında takip ediyor. Schlink, toplum suçuna da zaman zaman değiniyor ve kendisinin de bizzat yaşamış olduğu dönemleri kalemiyle yansıtıyor. Nitekim, gençlerin ailelere duymuş olduğu tepkisizlik dolayısı ile suçlama duygusuna karşın ebeveynlere duyulan sevginin sorumluluk taşımayan tek sevgi olduğunu belirtiyor. Üzerlerine yapışmış yaftanın ne derece ağır olduğunu ve kurtulmak istediğini yansıtıyor. 22 Okuma-yazma bilmediğini tüm hayatı boyunca saklayan Hanna, mahkemede de büyük bir cezaya çarptırılacak olmasına rağmen itiraf etmekten geri duruyor. Bir insan, utanç duygusuyla özgürlüğünü, ânı benliğiyle yaşama hissini, kendisi olma duygusunu feda edebilir mi? Ya da bir insan, kendisi olduğu için utanabilir mi? Eserimiz, bu noktalara parmak basmakla kalmayıp derinden irdeleyerek okuyucuya kendini sorgulama fırsatı veriyor Tüm bunlarla beraber, bir hukukçu ve aşığı olan Micheal, duruşma sırasında bu utancı ve kaynağını kavrıyor ve kendiyle büyük bir iç hesaplaşmaya giriyor. Bir yanda, geçmişin omuzlarına yüklemiş olduğu ve çekmekte zorlandığı bir yük ve yükten kaçmak isteyişi, diğer yanda ise geçmişin ân’a yansıtmış olduğu aşkı ve ona olan merhameti arasında kalıyor. Nitekim, bu merhamet dolayısı ile bir savaş suçlusu dahi aşığının ağzından sempati uyandıracak şekilde betimleniyor, anlatılıyor ve hissettiriliyor. Eserimizin ismi de bu merhametin bir dışavurumu olan, Micheal’in, ilk tanıştıkları andan, Hanna’nın mahkumiyetinin sona erişine kadar ona kitaplar okumasından geliyor. Peki, bir hukukçu bakışıyla bir savaş suçlusunun cezasını hafiflettirilecek bir neden söylenmeli mi yoksa bu suçlunun iradesine saygı duymalı ve eserimizin de tabiriyle özne olmak istemesine karşın nesneleşmesine sebebiyet vermemeli mi? Belki de bu sorudan kaçanlarımız olacaktır. Nitekim, “Kaçış yanlızca bir uzaklaşma değil, bir varıştır aynı zamanda.” Peki kaçanlar, ait oldukları düzenden, nereye varmaktadır? 23 Tarihte Türk-Rumen İlişkileri ve Rovine Muharebesi Ömer Faruk Karal (Bursa Uludağ Üniversitesi Hukuk) Yüzyıllar önce Asya bozkırlarından başlayarak değişik coğrafyalarda hüküm süren Türkler bu vesileyle tarih sahnesinde çok ciddi yer edinmiştir. Tarih boyunca Çinlilerle, Ruslarla, Acemlerle ve daha nice milletle bu vesileyle temas kuran Türklerin tarih sahnesinde karşı karşıya geldiği uluslardan birisi de Rumen ulusudur. Şimdi size Türk-Rumen ilişkilerinin başlangıcını anlatmak isterim. Günümüz Romanya Devletini kuran Rumen ulusunun tarihsel süreçte kurmuş olduğu ilk devlet şüphesiz Eflak Voyvodalığıdır. Karadeniz'in kuzeyinde bulunan Kıpçak kökenli topluluklar 13. Yüzyılda başlayan Moğol istilaları ve Altın-Orda Devletinin akınları neticesinde Karadeniz'in kuzeyindeki Deşt-i Kıpçak sahasını terk ederek bugünkü Doğu Avrupa yönüne yoğun göç faaliyetinde bulunmuşlardır. Tuna’nın kuzeyindeki bu bölgenin coğrafi adı Wallachia olup Osmanlı kayıtlarına Eflak olarak geçmiştir. Karpat dağlarını aşarak Tuna Nehri'ne kadar inen bu topluluk 1330 yılında kralları olan 1. Basarab önderliğinde bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Macarlara karşı bağımsızlığını kazanan bu zat prut ve dinyester nehirleri arasındaki bölgenin kendi adı ile (Beserabya) anılmasına neden olmuştur. Her ne kadar Basarab ilk bağımsız Romen Kralı sayılsa da tarihçilerin genel kabulü kendisinin aslen bir kuman Türk'ü olduğu yönündedir. Nitekim Eflak Voyvodalığı bir Türk Devleti sayılmasına karşılık Kral Basarab'ın kurduğu Basarab hanedan Türki hanedan olarak kabul edilir. Kral Basarab’ın 1352 yılındaki ölümü üzerine Eflak tahtı pek çok hükümdar tarafından idare edilmesine karşılık içeride ve dışarda bir türlü istikrar sağlanamıyordu. Bu istikrarı ilk sağlayacak kişi ise Basarab hanedanına mensup olan 1. Mircea idi. Rumen kayıtlarına Cel Mare olarak geçen bu kişi dış politikada seleflerini örnek almıştı. Mircea’nın seleflerinden birisi olan Kral 1. Vladislav döneminde Macarlar ile işbirliği yapan Rumenler Osmanlı desteğini elinde tutan son bulgar Çarı İvan Şişman ile çarpışırken Osmanlı orduları ile de ufak çatışmalara girmişlerdi. Rumen kaynaklarının kabul etmemesine karşılık Osmanlı kroniklerine bu anlaşmazlığı önlemek amacıyla 1371 yılında bir anlaşmaya varıldığını bildirmektedir. Bu tarih aynı zamanda Türk-Rumen ilişkilerinin kurulduğu zaman sayılabilir. 1386’da tahta çıkan 1.Mircea tıpkı diğer batılı hükümdarlar gibi Müslüman Türk ordularının balkanlarda ilerlemesinden rahatsız oluyordu. Mircea’nın bu sebepten dolayı Osmanlı’ya tavır olmasına karşılık 15 Haziran 1389’da gerçekleşen 1. Kosova Muharebesi’ne Eflak kuvvetlerinin katılıp katılmadığı tartışmalıdır. Türk kaynakları Haçlı saflarında Eflak sancaklarının dalgalandığını dolayısıyla Mircea’nın Sırp Prensi Lazarı savaşta desteklediği sonucuna varmaktadır. Rumenler ise bu iddiayı şiddetle reddetmekte ve Eflak Voyvodalığı’nın tarafsız statüde olduğunu ifade etmektedir. 24 Kosova Meydanı'nda Sultan 1. Murad’ın şehadeti üzerine tahta çıkan Yıldırım Bayezid lakabına yakışır bir şekilde gerek Anadolu’da gerekse Rumeli topraklarında çok ciddi fetihlerde bulunmaktaydı. 1390’da Anadolu Beyliklerine boyun eğdiren Bayezid 1393’te modern Bulgaristan topraklarını kontrol altına almış ve Tırnova merkezli Bulgar devletine son vermişti. Sultan Yıldırım’ın Anadolu seferini fırsat bilen 1. Mircea emrindeki kuvvetlerle Tuna Nehrini geçti ve Osmanlı kontrolünde bulunan Silistre kalesini kuşatıp ele geçirdi. Durumu haber alan Sultan Bayezid Bulgaristan’da kontrolü sağladıktan sonra 1394 tarihinde yaklaşık 40.000 kişilik bir orduyla Eflak topraklarına girdi. Böylece ilk kez Osmanlılar Tuna’yı aşarak Eflak arazisine girmişlerdi. Mircea kendisinden sayıca üstün olan bu kuvvetlere karşı 10.000 kişilik ordusuyla ülkesinin kuzeybatısında yer alan Argeş Nehri'ne doğru taktiksel geri çekilmeye başladı. En nihayetinde 17 Mayıs 1395 tarihinde iki ordu Rovine’de karşı karşıya geldi. Muhtemel bir Türk taarruzuna karşı Macar Kralı Sigismund’dan yardım isteyen Mircea istediği desteği alamadığından olsa gerek Osmanlı Sultanı’na sulh teklifinde bulundu. Rumenler arasındaki yaygın bir hikayeye göre ise Kral Mircea elçi kılığında Sultanın huzuruna çıkmış ve barış teklif etmişti. Osmanlılar ise bu teklifi reddettiler. Rovine savaşının kesin sonucu tam olarak bilinmemekle beraber her iki ordunun da çok ciddi zaiyat verdiğini söylemek mümkündür. 1. Kosova savaşı sonrası Sırp Hükümdarı olan ve kız kardeşini Sultan Beyazid’e gelin olarak yollayan Stefan Lazarevic ile Osmanlı’ya bağlı Sırp Vassaları Marko Mrnjavcevic ve Konstantin Dragas Türk kuvvetleri birlikte Eflak kuvvetlerine karşı savaşmış, Stefan’ın hayatta kalmasına rağmen Marko ve Konstantin savaş meydanında can vermiştir. Rovine savaşı Osmanlı Devleti'nin Eflak Voyvodalığı ile doğrudan karşı karşıya geldiği ilk savaş olmakla birlikte her iki taraf da istediği neticeyi elde edememiştir. Rovine savaşı sonucu Türk ordusunun ilerleyişi durmuş, buna mukabil Mircea ise Eflak topraklarından kuzey yönüne geçip Erdel'deki Macar topraklarına sığınmıştır. Bu gelişmeler karşısında Sultan Beyazid, Mircea'dan boşalan Eflak tahtına 1. Vlad'ı (Vlad Uzurpatorul) geçirmiştir. Daha sonraki yıllarda ise Devrik Voyvoda 1. Mircea Macar Kralı Sigismund'un yardımları ile tahta geri çıkmış ve Niğbolu Savaşı'nda (25 Eylül 1396) Haçlı ordusunun sol kanadına komuta etmiştir. Son olarak Rovine'de ölen Sırp vassalları Marko ve Konstantin'in idaresindeki yerler direkt olarak Türk egemenliği altına girmiştir. Konstantin'in idaresi altında bulunan Köstendil bölgesi ile Marko'nun yönettiği Üsküp toprakları birer sancakbeyliği haline getirilmiştir. 25 Aşkın Kutsallığı El f Taşar (Bursa Uludağ Üniversitesi Hukuk) Söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Aşk için uygun bir başlangıç var mıdır onu da bilmiyorum. Aşk öyle bir şey ki üstüne söylenecek o kadar söz var ki ama hepsi o kadar basit ki aşk için. Hani derler ya yaşamayan anlamaz yaşayana da anlatmaya gerek yoktur. Gözünden anlar acını, sessizliğinde duyar çığlığını, feryadını... Aşk; yaşayanların içindeki sessiz feryat, yaşayanların içindeki ateş hem de öyle bir ateş ki kaç kova su dökmüş olursan ol sönmesi için inadına ilk günkü gibi yanmaya devam eden, asla sönmeyen bir ateş. İçini yakıp bitirse de söndürmek için çabaladığını söylesen de her gün sönmemesi için seni yakması için dualar ettiğin bir ateş... Kendinden vazgeçiş aslında aşk. Kendini de bulmak aslında. Kendini kaybettiğin an kendini başka bir surette görmenin hikâyesi aşk... Şems’in Mevlânâ’nın ruhunda, suretinde kendini bulmasının adı aşk, Leyla’nın çirkinliği ardındaki güzelliği görüp çöllere düşen Mecnun’un adı aşk, Mem’in mezarının başında ağlayarak ölen Zin’in adı aşk, Yusuf uğruna her şeyini yitiren Züleyha’nın adı aşk... Yok olan aşıklar, ölen aşıklar, aşkı uğruna her şeyini yitiren aşıklar maşukları var etti. Şems ölmeseydi Mevlana’nın yolunda Mevlana var olur muydu? Kimsenin görmediği güzelliği gören Mecnun çöllere düşmeseydi Leyla var olur muydu? Mem’in ölümüyle ölen Zin olmasaydı önemi olur muydu Mem’in ölümünün? Yusuf’un yolunda her şeyini yitiren Züleyha olmasaydı Yusuf var olur muydu?.. Olmazdı. Çünkü her aşık kendi maşuğunu yaratır. Fakat önemli olan Züleyha’nın kim olduğu veyahut kim uğruna her şeyini yitirdiği değil veyahut Şems’in kim olduğu, kimde kendini kaybettiği, Mevlana’nın kim olduğu değil önemli olan. İsimler, insanlar, yaşananlar değişebilir fakat sonuç değişmez. Çünkü aslolan yok olurken var olmaktır başka bir bedende, başka bir surette, başka bir ruhta... Yani bi nevi zıtlıkların ahenkli savaşıdır aşk. Heraklitos’un evrenin arkhesi nedir sorusuna cevap ararken bahsettiği zıtlıkların savaşı aşkın da arkhesi aslında. Var olmaya yok olmanın savaşı değil midir aşk? Birinin var olması için ötekinin yok olması gerekir aşktan söz edebilmek için. Aşkın arkhesini , aşkı anladık da aşkı bu kadar kutsallaştıran, uğruna gazeller, kasideler, şiirler yazdıran sadece var olmayla yok olmanın ahenkli savaşı mıdır? Bu kadar basit olabilir mi herkesin diline pelesenk olmanın sırrı? Aslında aşkın kutsallığı bu savaşta değil, bu savaşın özgür irademiz ile gerçekleşmesinde. Sonunu bildiğin bir yola çıkarsın. Maşuğunu var ederken çekeceğin acıları bilirsin, var etmenin yok olmakla mümkün olduğunu bilirsin bilmene rağmen tek bir an bile tereddüt etmeden maşuk için feda edersin kendini. Çünkü bilirsin ki senin suretin maşuğun suretinde saklıdır, senin ruhun maşuğun ruhundadır. Artık varlığın tek başına bir anlam ifade etmez bu nedenle benden vazgeçip bizi bulmanın bilinçli yolculuğuna çıkarsın. Bu bilinçli yolculukta gizlidir aşkın kutsallığı. Başta demiştim ya ateş seni yer bitirir ama o ateş sönmesin diye dualar edersin. Aşkın güzelliği, kutsallığı ateş sönmesin diye edilen o duada saklıdır. Aşkın kutsallığı yok olurken, kendini feda ederken başka surette var olacağını bilmenin bilincinde saklıdır. Sevgilinin var olması için kendinden vazgeçmekten, bilinçli bir yok oluştan daha kutsal ne olabilir ki... Bilinçli yok oluşlar yaşamanız dileğiyle 26 Ruhumdaki Sessizlik Esra Malkoç (Ankara Üniversitesi Hukuk) Güneş, ışıklarını gökyüzünden sakındığı vak tlerde düşüyor aklıma. Davets z b r m saf r g b çalmadan aralıyor z hn m n dehl zler n . B r selamı hor gören bakışlarını d k yor duygularıma, huzursuzca kıpırdanıyor sonra. Yaklaşmayacak b l yorum ama uzaklaşmayacak da aynı zamanda. Fakat bu kez ben de denemeyeceğ m konuşmayı. Sevecenl kle yaklaştığım her seferde yed ğ m tokatları get receğ m aklıma. Kararsızlığın prangaları s ns ce kıvrılırken b lekler me usulca d z çöktüm önünde. Barışalım artık. Bu savaş k k ş n n b rb r n her zerres ne kadar tükett ğ fakat etrafa b r damla kan sıçratmadığı türden b r vahşet barındırıyor bünyes nde. Sen de yorulmadın mı? Ben artık durmak st yorum. Her san yen n b rb r üstünden kayarak geçt ğ , tüm zamanların d nlenmeden akıp g tt ğ bu evrende duran tek şey olmak st yorum. Onlarca nsan etrafımdan geçs n de ben göremes n, dokunamasın st yorum. Bu koşuşturmacada oturup b r kenara sak nce zlemek st yorum, sen . Görünmezl k peler n m b r sana şlemes n. İç m de dışım da b r sana görünsün, b r tek sen dokun unutulmuş h sler me. O susacak ben susacağım. Tek taraflı denemelerle y t rmed k m zaten tüm sözler m z . B r kez de hararetle susarak tüketel m nefes m z . O bana baksın, ben ona bakayım. Belk görmek sted kler n bulur gözler mde belk de nefret ett ğ b rkaç detayı. Ben ne arayacağım? Mutluluğu bekleyecek kadar cesaretl m y m yoksa kırgınlığı üstlenecek kadar güçlü mü? 27 Alfabey yen öğrenen küçük b r çocuk g b tekrar öğreney m hayaller kurmayı. Küçücük dünyama kocaman evrenler sığdırayım. Herkese her şeye karşı d k duran boynum b r sen n omzunda d nlens n. Savaşlarla, çığlıklarla, harabelerle çevr l z hn m d zler nde dönüşsün cennet bahçeler ne. Saçlarımı okşa mesela. Evrendek tüm acıları göğüslem ş de karşılığında kırgınlıklar hed ye ed lm ş saç teller m n yasını tut. N nn ler söyle bana. Her d lde tonlarca küfür duymuş, hakarete maruz kalmış, tüm olumsuzluk z nc rler n mıknatıs g b çekm ş kulaklarım, ç çekl sarmaşıklara dolansın ses nle. Yorgun da olsa m n k kalp şç ler n, yıkık dökük gönül harabeler mde çalışsın. Yepyen b nalar beklemesem de b r sıcak yuva bahşetse y ne ışıklar saçar gönlümde. Belk çok fazladır bu stekler m sana belk de bana. Eller n b r kez tutsaydı eller m anlayab l rd k ama ne sen k br n yeneb ld n ne de ben gururumu ezeb ld m. Ş md g deceks n y ne. Çalmadan açtığın o kapıları kırar g b çarparak terk edeceks n z hn m n küf tutmuş dehl zler n . Ve ben y ne kalacağım ardında sess zce. Ufak b r çabanın get receğ onca güzell kten habers z sen, p şmanlık b le duymazken yaşanamamış anların ağırlığı çökecek omzuma. Ufalacak umutlarım, solacak gülüşler m, kaybolacak h sler m ve sen ben tükett ğ n b le göremeyeceks n. 28 Lambanın sönük ışığı Aydınlatıyor bütün sokağı Aşkımıza benziyor tıpkı Yürüyorum o sokakta Seni görür gibi oluyorum Beni hissetmenin ümidiyle bekliyorum Geçip gidiyorsun bir yabancı misali Kokunu tekrar duyumsamak için Yolları arşınlıyorum Çıkmaz bir sokakta yine seni buluyorum Ellerim üşümüş Isınsınlar diye sana dokunuyorum Vücudunda ölüm soğuğu Görmüyorsun beni Hiç tanışmamışız gibi Birden ezip geçiyorsun beni Dudaklarımdan bir vaveyla kopuyor Yere yığılan bedenim iki büklüm kıvranırken Çığlıklarım kulaklarına ulaşmıyor Anlıyorum ki aşkın eski bir şiir Ben ise artık senden yoksun Benim hayatım orada son buluyor Seninki ise yeni başlıyor. Berf n Alper (Ankara Üniversitesi Hukuk) 29 Dur Art'ık Canan Özküney (Atatürk Üniversitesi Hukuk) Bir başka alemin bekleme odası olan bu dünya. Ne çok yorar bizi, ne çok meşgul eder aklımızı. Hepimizin ardı arkası gelmeyen, bitmeyen, tükenmeyen endişeleri var. Özellikle modern insanın dertleri bitmiyor. Teknolojinin gelişmesiyle toplulukların bir arada yaşamaya başlamasıyla insan, ben demeyi unuttu. Nasıl daha az uyuyarak daha çok çalışabilirim, nasıl daha çok alabilirim, nasıl daha çok kazanabilirim telaşesine düşmüş ve kendini unutmuş durumda. Dönüp iç dünyamıza bakmayı, kendimize nasılsın diye sormayı son zamanlarda epeyce ihmal eder olduk. Çünkü asla buna vaktimiz yok. Her zaman yapmamız gereken işler, sorumluluklarımız, kaygılarımız, ödevlerimiz var. Aslında hepimiz bu eksikliğin farkındayız ve devamlı şikayet ederiz de birçoğumuz bunun adına bir şey yapmaz. Ama birileri de vardır ki, geçen saniyeler arasında kendi payını tabağına koymayı, dünyanın sesini kısıp ışığını kapatıp geri çekilmesini bilir. Sorumluluklarını aralayıp yeni bir dünyada soluklanır. Yeni, özgür ve kuralsız bir dünyada… Milimetreler üzerinde saatlerce düşünmenin ve çalışmanın verdiği hazzın yaşandığı, küçüğün büyük sayıldığı, saniyenin öneminin hissedildiği, başrolünün yalnızca sanatçısı olduğu bir dünya… İzleyenler değil yapanlar, bakanlar değil görenler var burada. Bir “işe” yaramayacak şeyleri sırf güzellik adına yapıp dünyanın yozlaştırdığı, odunlaştırdığı ruhunu yontarak inceliklerden beslenenler vardır, sanatı nefes gibi gören insanlar… Bazen tek bir notada, bazen istediğin tonu yakaladığın bir boya paletinde bazen bin bir incelikle oyduğun tahtada, dokunuşunla ruhsuz materyallere ruh katmanın hazzı, insana kendini gerçekten insan gibi hissettirir. Zira öyle değil midir? İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliği düşünmesi, hissetmesi, incelikleri, zarafeti görmesi değil midir? Pekâlâ bunun bir sonucu olarak insanın sadece insan olmak sebebiyle sanatın verdiği ince hislere ihtiyaç duyduğunu söylemek gerekir. Duygularımızı zihnimizden alıp bir tuvalin üzerine çıt çıkarmadan haykırmak ancak sanat ile mümkündür. Bu ifade edişin insanın mental, psikolojik sağlığına çok iyi geldiği gibi hayat kalitesini ve insanın verimliliğini artırdığı da aşikardır. Teknolojinin getirisi yapay zeka sayesinde insan, robotlaşma yolunda mental sağlığını türlü yaralar açtı. Bunun çözümünü yine teknolojinin sunduğu kısa zehirli içeriklerde arayan insan, ruhunun artık durup soluklanmaya, kendini dökmeye ihtiyacı olduğunu gördüğü zaman yeniden kazanacak kendini. Yani sanat sanılanın aksine bir lüks değil insanın fiziksel sağlığının yanında psikolojik sağlığını koruması için gerekli temel bir ihtiyaçtır. Sanatın dokunduğu yorgun, yaralı ruh iyileşir konuşur dinginleşir, gelişir, değişir. Bence bunun en büyük örneği Vincent Van Gogh’tur. Zira kendisi iç dünyasını tuvaline yansıtmasıyla bilinir. Van Gogh'un depresif dönemlerinde soğuk kasvetli tasvirlerde bulunup, kötü, umutsuz renklerle kendini ifade ederken manik dönemlerde ise daha canlı renkler kullanması, daha canlı tasvirler yapması hissiyatın sanatla dışa vurumunun en güzel örneklerindendir. Her birimiz doğduğumuzdan beri bize eşlik eden, dokunup tutamadığımız, yaralarını göremediğimiz ruhumuza sanatı borçluyuz, kendimize borçluyuz bu ince zarif dünyayı. 30 Sporun Dijital Adı: E-Spor Beyza Köktaş (Kırıkkale Üniversitesi Hukuk) 1945 yılında ilk bilgisayarın piyasaya sürülmesiyle başladı her şey. Günbegün büyüdü gelişti ve hayatımızın bir parçası haline geldi. İlişkilerden spora, yemekten kıyafete kadar hatta yeni meslek adlarının oluşmasına bile kaynaklık etti. Spor, meslek adı ve teknoloji birleşti e-spor kavramı hayatımıza girdi. Elektronik spor ya da espor video oyunu yarışmalarına verilen isim. Oyunlarda bir ödül mekanizması bulunuyor. Profesyonel sporcularla -tıpkı bedensel sporlarda Milli unvan ile eş değer bir kullanım- profesyonel organizasyonlarla yapılıyor. Oyuncular strateji oyunlarından dövüş oyunlarına kadar birçok kategori yarışıyor. Günümüzde popülerlik kazandıran Güney Kore’deki finansal krizden dolaylı işsiz kalan insanların bu faaliyetlere yönelmesiyle e-spor inanılmaz bir iş hacmine ve kitlere hitap etmeye başladı. Türkiye e-sporla tanışması gecikmedi. Türkiye'nin bilinen ilk e-Spor takımı, 2003 yılında Counter Strike kadrosu oluşturarak başlayan Dark Passage takım oldu. Dark Passage, 2012 yılında League of Legends oyunu için de kadro oluşturdu. 2013 yılından itibaren, takımın sadece kadın oyunculardan oluşan Dark Passage Ladies kadrosu da bulunmaktadır. Dark Passage aynı zamanda; Starcraft 2, FIFA ve Point Blank oyunlarında da etkin rol göstermektedir. E-Sporlara E-Sporlara artan artan taleple taleple birlikte, birlikte, bağımsız bağımsız takımların yanında, Türkiye'de 2015 takımların yanında, Türkiye'de 2015 yılında yılında Beşiktaş ESK, ardından 2016 yılında Beşiktaş ESK, ardından 2016 yılında 1907 1907 Fenerbahçe Fenerbahçe E-Spor E-Spor ve ve Galatasaray Galatasaray eSports, eSports, League League of of Legends Legends oyunu oyunu için için E-Spor e-Spor takımlarına takımlarına resmî resmî destek destek vermeye vermeye başlamışlardır. başlamışlardır. Profesyonel Profesyonel liglere liglere katılacak katılacak oyunculara, oyunculara, Türkiye Türkiye Cumhuriyeti Gençlik ve Spor Bakanlığı-Spor Cumhuriyeti Gençlik ve Spor Bakanlığı-Spor Genel Genel Müdürlüğü Müdürlüğü tarafından tarafından 2014 2014 yılından yılından itibaren E-Sporcu lisansı verilmekte ve bu bu itibaren e-Sporcu lisansı verilmekte ve oyuncular, profesyonel oyuncu olarak oyuncular, profesyonel oyuncu olarak değerlendirilmektedir. değerlendirilmektedir. Riot Riot Games Games Türkiye Türkiye ve ve Bahçeşehir Bahçeşehir Üniversitesi Üniversitesi iş iş birliği birliği ile, ile, 2017'nin 2017'nin mart mart ayında bursu verilmeye ayında 11 milyon milyon TL'lik TL'lik E-Spor e-Spor bursu verilmeye başlanmıştır. Ayrıca üniversite, Türkiye'de başlanmıştır. Ayrıca üniversite, Türkiye'de ilk ilk kez kez hayata geçirilen seçmeli "Oyun Sektörü ve E-Spor" hayata geçirilen seçmeli "Oyun Sektörü ve E-Spor" dersini dersini müfredatına müfredatına almıştır. almıştır. E-spor E-spor bu bu hızlı hızlı ve ve emin emin yükselişi yükselişi artık artık değişim değişim ve ve dönüşüm dönüşüm yaşamaya yaşamaya başlaması başlaması yakın yakın tarihte tarihte yerini yerini alacaktır. alacaktır. Lisans Lisans unvanı unvanı alınan alınan bir bir dal dal olarak olarak karşımıza karşımıza çıkmakta çıkmakta burslar, burslar, ödenekler, ödenekler, teşvikler, teşvikler, genel müdürlükler kurduran teknoloji genel müdürlükler kurduran teknoloji değişimi değişimi sanal gerçekliğin artmasıyla ve yeni paralel sanal gerçekliğin artmasıyla ve yeni paralel evren evren dünyanın oluşmasıyla 2050 de Olimpiyat dünyanın oluşmasıyla 2050 de Olimpiyat Oyunlarına Oyunlarına dahil dahil olabilir olabilir kanaatimizce kanaatimizce ,, yakın yakın gelecek ne getirir bilinmez ama biz 2023’e yaklaşan gelecek ne getirir bilinmez ama biz 2023’e yaklaşan E-spor turnuvalarına izleyici izleyici olarak olarak izleminizi e-spor turnuvalarına izleminizi şiddetle şiddetle tavsiye tavsiye ederiz. ederiz. 31 Enk Hukuk Herkes İçin Hukuk hukukenki hukukenki 32